“KİM SUÇLAMIŞ? PARTİ ANILARIM” ÜZERİNE
Anılar, ilk olarak, Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra 1978’de yayınlanır ama “ Kim Suçlamış?” bölümü dahil edilmemiştir. Kim Suçlamış ise, daha sonra ilk kez Ağustos 1979’da ayrı kitap olarak “ Kim Suçlamış? Brejnev’e Mektup” adı altında Yol Yayınlarınca, Istanbul’da yayınlanır. Günlük Anılar daha sonraki yıllarda, Diyalektik Yayınları, Derleniş Yayınlarınca da basılmış ama “ Kim suçlamış?” bölümü bu yayınlanışlarda da dahil edilmemiştir. “Kim Suçlamış? Parti Anılarım” adlı bölüm hep ayrı olarak değerlendirilmiş, ayrı olarak basılmıştır. Ama Günlük Anılar ın içinde bir bölümdür ve birlikte basılması en azından tarihi bütünlük açısından isabetlidir, elimizdeki, hazırlandığımız kitap ta ise birlikte basılmış, bütünselliği korunmuştur.
Çalışma’ya Sosyal insan Yayınlarınca Mart 2009’da yayınlanan “ Günlük Anılar” kitabından hazırlanılmıştır. Kitabın “ Kim Suçlamış- Parti Anılarım” bölümü (30.07.71-9.08.71 arası) çalışmanın kapsamıdır.
“ Kim Suçlamış?” ın orijinal el yazmaları hakkında, Fuat Fegan, kendisinin hazırladığı, 23 Aralık 1977 tarihli, Dr. H.Kıvılcımlı Arşivi Yurtdışı Katalogu isimli dosyada, Kaçış başlığı altında, “ Kim Suçlamış?”ın elyazmaları, 90 sayfa, yeni yazı diye belirtmiştir. (1)
“ Kim Suçlamış?” ın yayınlanma serüveni, tartışmaları…
Fuat Fegan Yararlı Olabilecek Bazı Açıklamalar yazısında, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Son Günleri bölümünün devamında “ Kim suçlamış?” ve “B’e Mektup” başlığını açar. Bu yazı yazıldığında (yazı tarihi 19 Aralık 1978) henüz, ” Kim Suçlamış” yayınlanmamıştır, daha sonraları Ağustos 1979’da yayınlanacaktır. Yani kaleme alınışından 8 yıl sonra. Ne için beklenmiştir bu kadar uzun zaman? Fakat yazı bir süredir, Doktorcu çevrelerce bilinmektedir, VP yöneticilerince okunmuştur, tartışmalar sürmektedir. Dönem 70’lerin sonu, ülkedeki sosyalist, devrimci mücadele en dinamik güçlü günlerinde, ama bir o kadarda TKP-İlerme siyasetinin de en popüler, en kitlesel olduğu günler. Nazım’lar, Bilen’ler fırtınası esiyor, ortalık inliyor, her yer toz duman, sendikalar (DİSK), demokratik kitle örgütleri, gençlik örgütleri, kadın örgütleri hepsi ağız birliği halinde İlerliyorlar. Konjonktür böyle. Kimse doğrudan, cepheden TKP ile papaz olmak istemiyor. Kıvırtmalar, aman efendim Doktor öyle demek istememiştir, yok şöyledir, yok böyledir. Aynı sinik çıkışlar, aynı mızırdanmalar, aynı ürkeklikler, ” Günlük Anılar” için de olmuştur, yükselen bir Devrimci Gençlik mücadelesi varken sırası mı şimdi bu Doktor’un yazdıkları, uyarıları, tespitleri, mahkum edişleri…Bin bir türlü mazeretler bulunur. Örnek.
Fuat Fegan’ın yukarıda adı geçen yazıdan:
“ Dr.Hikmet Kıvılcımlı “ Kim Suçlamış?”ı ne zaman yazmıştır? Metne bakarak görebiliriz: 30-7-1971 ila 5-8-1971 tarihleri arasında yazmıştır. Ayrıca, 6-8-1971, 9-8-1971 ve gene 9-8-1971 tarihlerinde ana metne üç ek not düşmüştür.
6-8-1971 tarihli notta şu sözleri okuyoruz:
“ Sabahleyin, bu satırlardan bütün dünya Komünist Partileri liderlerine birer nüsha göndermeyi düşündüm. Şimdi ( 11.00) ateşim arttı. Başım ağrıyor. Bırak köpekleri havlasınlar, diyorum. Düzelmezler.”
İşte “ Kim Suçlamış?”ın ana karakteristiği bu sözlerde yatar.
“ B’e Mektup”a gelince…” Mektup”un altında 30.9.1971 tarihi var. Yani, “ Kim Suçlamış?”tan neredeyse iki ay sonra kaleme alınmış.
Demek, Dr.Hikmet Kıvılcımlı, daha son noktayı koymadan “ Kim Suçlamış?”ı bütün dünya Komünist Parti liderlerine göndermekten vazgeçmiş. Ve haftalar boyu düşünüp tartındıktan sonra, “ B’e Mektup”u kaleme almıştır. Ayrıca kaleme almakla da kalmamış, muhatabına göndermiştir.
Şimdi bizim için tayin edici olan hangisidir? Hem tarihce daha sonra gelen, hem de siyasi bir belge niteliğini kazanmış bulunan “ B’e Mektup” mu?. Yoksa, bizzat Dr.Hikmet Kıvılcımlı’nın daha mürekkebi kurumadan yürürlüğe koymaktan vazgeçtiği bir tasarı mı? Tabii ki bizim için tayin edici olan “B’e Mektup”tur.
Evet, bu iki belge arasında özce bir fark yoktur. Ama biçimce vardır. Ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Nazım Hikmet’e dediği gibi: “ Parti demek biçim demektir. Sen özde haklı bile olsan, biçimi çiğnedin mi, eloğlu yakana yapışır.” ( Kim Suçlamış?)” (2)
Bunlar Fuat Fegan’ın, 78 sonu itibari ile “ Kim Suçlamış?” hakkındaki görüşleri.
Kıvılcımlı, “ Kim Suçlamış?”ı yazdığı yaklaşık on günlük sürede nerededir? Hangi ülkede, hangi coğrafyada, dünyanın hangi toprak parçasından, bir çığlık gibi geçmişi yazarak geleceğe seslenişini kaleme almaktadır? Biliyoruz ki 29.7.1971 tarihli anı da son cümleler: “ Kalmış mıydık dağbaşında aç ve dımdızlak? “A” Enver Hoca’dan öylesine güvenliydi ki, ekmek alma teklifine, yükü artacağından, kızdıydı. Elma ağacı altındaki hendeğe indik. Armut sanıp yere düşenleri “A” tattı. “Çürük elmaymış lanet olası.” “
Arnavutluk-Yugoslavya sınırıdır kaldıkları yer. Sonra Struga’ya geçerler, sonrada Üsküp’e Sosyalizmin ana vatanlarından “ doğu”dan kapitalizmin kucağına, emperyalist dünyaya “ batı”ya püskürtülüşünden sonra nerede bu satırları kaleme almıştır? Sosyalist dünyanın, Stalinist, katı merkeziyetçi, kapıkulu zihniyetli, kanserleşmiş yapısı, Laz İsmail’in “ Partiden kovulmuştur” raporunu dikkate alıp, Kıvılcımlı’yı mücadeleye adayarak geçirdiği ömrünün son günlerinde, ömür boyu yıkılması için mücadele ettiği kapitalist dünyanın sınırlarına bırakıvermiştir. Sovyetlerin gözünde kardeş komünist partileri neyi temsil etmektedir o dönem? Uluslar arası toplantılarda, konferanslarda parmak hesabı için beslenen KP seksiyonlarıdırlar. Hepsi bu! TKP’nin de bunun dışında bir anlamı yoktur, bu görevi de Laz İsmail ve Zeki Baştımar en alasından yerine getiriyorlardır. Kaldır, indir kabul edildi, yaşasın uluslar arası dayanışma vs… Bu konuda, püskürtülüş konusunda daha sonra çok tartışmalar olmuştur. Herkes suçu birbirinin üzerine atmıştır. Örneğin Zeki Baştımar kendisinin o dönem hasta olduğunu, Laz İsmai’lin halt yemesi olduğunu söyler. ( Yazının sonundaki söylentiler paragrafı) Sonuçta, AKEL, SBKP, BKP, TKP arasında herkes birbirine, TKP’de Laz İsmail’e topu atar. Bununla da kalınmaz, TKP’nin sadık takipçileri oldukları iddiasındaki bir grup, Kıvılcımlı’nın “ Maocu” olduğu için atıldığını söylemekten yazmaktan bir gram utanç duymaz.(3) Aktaran Sadık Göksu’dur, Savaş Yolu dergisinin 10 Nisan 2004 tarihli sayısından. Bu artık cehaletten, saçmalamaktan, politik körlükten de öte bir şeydir. Bu konudaki, bir akıl tutulması da Oya Baydar’dan. Ayrıntılı yazılmaya değmeyecek kertede yanlışlarla (bilinçli, bilinçsiz) dolu bir açıklama da Oya Baydar-Melek Ulugay’ın birlikte yayınladıkları “Bir Dönem İki Kadın” kitabında. Ama tek bir olumluluk çıkıyor O.Baydar’ın bu ifşaatlarından, -dedik ya bir kez akıl tutulması yaşanırsa ucu nereye gider kontrol edilmesi zorlaşır- kendini ele veriyor ve kimsenin üstlenmediği bu cinayetin, bu trajedinin sorumluluğunu “ Bizimkiler olumsuz görüş belirtiliyorlar ki Sovyetler ve Bulgaristan Doktor’u kabul etmiyor.” (4) diyerek üstleniyor. Evet sayın Baydar, “Sizinkiler”. Bir dahaki akıl tutulmalarınızda bir zahmet, şu “Sizinkiler” i tek tek isim isim ilan etseniz, hemen sonraki satırlarınızda, “ Neyse konuyu dağıtmayım” (4) gerekçesiyle hemen sıvışıvermeseniz. Bildiklerinizi bir bir yazsanız, nasıl bir dönem herkeslerden önce, herkeslerden çok daha fazla “Doktorcu” olmak için sıraya girdiğinizi, anlı şanlı mesleki-sosyolog tezlerinizi yazmak için nerelerden neler aşırdığınızı, sonradan rüzgarlar başka yöne esince nasıl da kıvrılıp eğilip bükülüp her daim, dönemin hakim rüzgarlarını arkanıza alarak yolunuza gittiğinizi, bir yazsanız da, bizler okusak. Tamamiyle kişisel çıkarlarınızı gözeterek yaptığınız politik tercihleri,aldatıldık çığlıklarıyla kapatmaya çalışmak yerine bir kez olsun tevazu babından aldandık bari diyebilseniz. Ne dersiniz?
Tevatürler ülkesinde normaldir mi diyelim?
Evet biz de konuyu dağıtmadan dönelim asıl meselemize.
Kişiler meselesi midir, tüm bu olanlar. Kıvılcımlı yanıtlar. Prensip savaşıdır.
Kıvılcımlı prensip insanıdır, prensipler savaşını kendisine yol eylemiştir, bu uğurda her şeyi göze alır. Kendisi 5 Ağustos tarihli konuya ilişkin yazdıklarını, “ Üsküp, Mareşal Tito Bulvarı Bristol Oteli No.9 5-8-71 Perşembe, saat 18.30” notuyla sonlandırarak, tarihe, işçi sınıfının mücadelesi tarihine notunu düşmüştür.
Bir de, Kaçış’ın arka planı, OA dosyasına bakalım, hangi günlerde ve neredeler, A.Camuşçuoğlu yazıyor:
“… Arnavutluk’un Yugoslavya ile kapısı olan Struga’ya hareket ettik. Birkaç gün Struga’da kaldık. 27-7-1971 Arnavutluk’un hudut kapısındayız. Bizi karşılayan ve sol yumruğunu kaldırıp selamlayan genç subaya derdimizi anlattık. Bizi Tiran’a göndermesini, orada merkez komiteyle görüşeceğimizi söyledik. Tiran’a telefon açtı. Bir saat kadar Arnavutluk ve Yugoslav hududunun arasında bekledik. Gelen cevap Belgrad’ın Arnavutluk konsolosluğuna müracaat oldu. Daha önce biz pasaportların sahte olduğunu söylemiştik. Burada da devlet karşımıza dikilmişti. Arnavutluk’tan gelen bir Yugoslav tankerine binip truga’ya döndük. Aynı gün Makedonya Cumhuriyeti başkenti olan Üsküp’e hareket ettik. Bir iki gün dinlenmek ve düşünmek istiyordu Hoca.
Yolda Hoca’ya Türkiye’ye dönmemizi teklif ettim. İlk önce olumlu karşılar gibi oldu. Sonra Paris’e geri dönmeyi, hudutta pasaportları imha etmeyi ve polise teslim olmayı kararlaştırdık. Üsküp’te Hoca fikrini değiştirdi. Yugoslav K.P’ye başvurmamızı söyledi. Ben bunu tepkiyle karşıladım. Herhangi bir Komünist Partisine başvurmaktansa hele Yugoslav Komünist Partisi’ne kendimi Vardar nehrine atarım dedim. Hoca biraz kızdı. Sabah 06’da kalktı, giyinip gitti. Saat 9 gibi geldi. Partiye gittiğini, herşeyi olduğu gibi anlattığını, beni de yarın gelip alacaklarını, bütün olanları dümdüz anlat dedi. İtiraz etmedim. Terslikler yakamızı bir türlü bırakmıyordu. Bizim hakkımızda karar verecek merkez komitenin tatilde olduğunu söylediler.
12-13 gün Üsküp’de kaldık. İlk günler Hoca yemek yiyebiliyordu. Sonradan 3-5 adım yürür yürümez başı döner oldu…” (5)
Çalışmasını yapacağımız satırların yazıldığı koşullar böyle. Anıların tamamı, esas olanı, bu 10 günlük zaman diliminin 30 Temmuz-5 Ağustos arasındaki toplam 5-6 günde yazılmıştır.
Yeri gelmişken biraz da OA Dosyası hakkında bilgi verelim:
Belirtelim ki, Kıvılcımlı’ nın yurtdışına kaçışında yanında olan iki kişi var. Orhan Aksungur ve Ahmet Camuşçuoğlu. Ahmet Camuşçu’nun anlatımıyla, aslında Kıvılcımlı’yı Kıbrıs’a kadar götürüp, Fuat Fegan’la buluştuktan sonra ikisi geri Türkiye’ye döneceklerdir. Plan başta böyledir, yani ikisi yola böyle çıkmışlar. Dosyadan alıntı: ““ Önümüzdeki Kıbrıs’tı. Hoca’yı burada (H)’ye teslim edip biz (M)’yle geri dönecektik…………
Hoca, (H)’ye telefon etti. Büyük aksilik o da Kıbrıs’ta değilmiş. Gece yarısı olmuştu. Hoca’yı bir kliniğe götürdüler”(5)
Kıbrıs’a gidip gelme diye çıkılan bu yolculuk, her ikisi için de bambaşka yollara açılmıştır, ne kadar hazırlıklıydılar? Bilinmez. Püskürtüldükleri noktada, O.Aksungur da ayrılır, son gününe kadar A.Çamuşçuoğlu yanındadır. Hiç yayınlanmamış, orijinali Amsterdam-Hollanda da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü-USTE ‘deki Kıvılcımlı Arşivinde bulunan O.A. Dosyası adlı belgede kaçış süreci ile ilgili, yurtdışında adı geçen ülkelerde yaşananlarla ilgili bu iki kişinin yazıları, bir nevi hesaplaşma yazıları var, ayrıca Fuat Fegan’ında yazıları var. OA Dosyası, USTE-IISH Arşivindedir, kimsenin özel arşivinde değildir. Dosyadaki yazışmalar Kaçış’ın arka planını aydınlatmak açısından önemlidir. Dosya, 25.2.1977 tarihli, Fuat Fegan’ın bir notuyla başlar. İçerisindeki yazıların tarihlerinden, yaklaşık olarak Ağustos 1971- Ekim 1972 arasında ki bir dönemdeki yazışmalar olduğu anlaşılmaktadır.
Bu dosya ve içindekiler, bugüne değin basılı yayın olarak hiç yayınlanmamış, konuya yakın kişiler varlığından ne ölçüde haberdarlar mı bilmiyorum, içindeki yazılar ne kadar okunmuş, ne kadar incelenmiş bilinmez. Bu durumda şöyle bir soru sormak için çok mu geç kalındı. Kıvılcımlı’nın ölümünden hemen sonraları hazır olan bu yazılar neden hiç yayınlanmadı? Adı geçen kişilerin bir nevi savunmaları olan, özellikle Orhan Aksungur’un günah çıkarması-nedamet getirir bir biçimde sayılabilecek yazıları-mektupları neden 1975 ler de açıklanmadı? Açıklansaydı, adı geçen kişinin teşhiri, daha sonraları yaşanacak, Doktorcu hareketteki bir dolu olumsuzlukları önleyebilir miydi? Buna benzer bir dolu sorular zamanında sorulsaydı etkileri ne olur du?
İşte bu dosyayı, OA dosyasını hazırlayan Fuat Fegan, dosyanın başına, daktilo edilmiş olarak, Kim Suçlamış’dan aşağıdaki alıntıyı koyar. Dikkat edelim o zaman henüz “ Kim Suçlamış?” yayınlanmamış.
“ “ Adı geçenlere gelince… Ansızın rahatladım. Hele Zeki-İsmail-Nâzım tipleri bir daha gözüm önünden geçtiler. Laz İsmail, ne olduğunu belki kendisi de bilmez. Nâzım, büyük adam rolüne çıkmış, bir “tapınağa yararlı” kahpecik. Zeki için, Ferit neden öylesine
her buluşmada “Polis, aman polis!” diye bağırmış?.. Ben hâlâ ne belgesi, ne gerekçesi arıyorum?
88. sayfaya [Kıvılcımlı’nın el yazmasındaki sayfa numarası] gelmişim. “Ver numaralarını, geç!” derdim, 50 yıldır. Verdim numaralarını. Türkiye’ye geçmeliyim artık. O pis veya süslü böceklerle vakit öldürmem, enerji israfı. Son davranışlarıyla kimliklerini iyi açığa vurdular. Bilmiyordum. Öğrendim. Sağ kaldıkça yararlanırım.
Ama, onların anladıkları yöne 50 yıl girmemişim. 50 yıldan beri, hastalığımın yamanlığı, biraz da Türkiye’den acele kaçma havası, ilk defa o perhizi bozmaya eğiltmiş beni. Ne olacaktı? Belki “O” tipi bir yeni kariyeriste, ucuz ve hazır “Başbuğluk” sağlanacaktı.
İşler ters gider gitmez, takkesi düştü. Değer miydi? Herifleri fazla dramatize etmişim. Yeter.” ( Kim Suçlamış. S.93)”
Bu alıntı, 9 Ağustos 1971 tarihli yazıdır ve Kim Suçlamış’ın son yazısıdır.
Yukarda sorduğum soruyu burada yinelemek isterim. Günlük Anılar, Kim Suçlamış ve Kıvılcımlı’nın kaçıştan itibaren tuttuğu tüm notlar, evraklar, tüm belgeler, Kıvılcımlı’ya ait her ne varsa, Kıvılcımlı’nın yaşama veda etmesiyle Fuat Fegan teslim almış, bunu hepimiz biliyoruz, kendiside daha sonraki çalışmalarında bu konuyu belirtmiştir. Peki Günlük Anılar’ın, yani Kıvılcımlı’nın yurt dışında yaşadıklarının birebir tanığı olan bizzat kendi kaleminden bu notlar, bu belgeler yayınlanmak için o kadar zaman bekletildi? Zamanında yayınlansaydı, en azından Orhan Aksungur hakkında Kıvılcımlı’nın nerdeyse vasiyet eder gibi yazdığı yukarıdaki not açıklansaydı, paylaşılsaydı belki sonraki trajediler önlenemez miydi? Öyle ki, yıl 1977, Fuat Fegan, Dr.Hikmet Kıvılcımlı Bibliyografyası isimli çalışmasını yayınlıyor, yine tek bir not tek bir ek bilgi yok Kıvılcımlı’nın Günlük Anılar’ından. Hatta ilginç bir nokta var, Fuat Fegan’in Dr. Hikmet Kıvılcımlı Bibliyografyasında, Kıvılcımlı’nın, Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi kitabıyla ilgili olarak yazdığı not şöyle: ” Kıvılcımlı, bir yerde, HER AY dergisinde yayınlanan yazılar için : “Edebiyat’ı Cediyde’nin Otopsisi’nin ikinci, asıl geniş Analitik kısmı” diyor. Derginin 4 sayısında çıkmış olan yazı serisi tamamlanmamışa benziyor. HER AY zaten uzun ömürlü olmamış; Kıvılcımlı ise, son yazının çıktığı 1938 Mart’ından kısa bir süre sonra “Donanma Dâvası” yla ilgili olarak tutuklanmıştır. Yazının devam edememesinin sebepleri bunlar olabilir.” (6) Fuat Fegan’in alıntıda ” bir yerde” diye yazdığı yer ise, Kıvılcımlı’nın Günlük Anılarında Kim Suçlamış bölümündedir. İlerleyen sayfalarda bu bölümü paylaşacağız. Bu açıklama bile, Fuat Fegan’ın, Anılar’ı, yayınlanmasından çok önce incelemiş, irdelemiş olduğu gerçeğini bir kez daha doğrular. Neden o kadar yıl beklenir yayınlamak için, neden susulur, neden paylaşılmaz, neden Kıvılcımlı’nın ardılları oraya buraya savrulurken, O.Aksungur’dan Laz İsmail TKP’sine kadar av olurken hiç ses çıkarılmaz? ( Silahlı mücadele yolunu seçerek, başka başka yollarda av olan gençliğin, devrimci mücadelesi ise başka bir yazı konusu)
Oysaki, Kıvılcımlı yazmış tüm yaşananları, tek tek anlatmış, gün gün o ağır hastalık şartları altında, o olumsuz koşullarda notlarını yazmış, hem de Türkçe ( her zaman daha seri daha hızlı yazabildiği alışık olduğu eski-türkçe bile değil) yazmış ki hemen kolaycacık okunabilsin gerçekler gün yüzüne çıkarılsın diye. Tarihe notlarını düşmüş, ülkeden çıktığından itibaren, Nisan 71’den son nefesini verinceye dek Ekim 71’e dek.
Proletarya Partisinin Reorganizasyonunu vasiyet ederek hayata veda ederken, arkasında, Günlük Anılar’ı, Kim Suçlamış’ı bizlere bırakmıştır Kıvılcımlı. Okuyun ve gereğini yapın diye.
Yapılan nedir? TKP’ye gidişi, ( TKP’nin Reorganizasyonu adına) gerekçelendirmek adına, bizlere, dönemin tüm Kıvılcımlı ardıllarına bırakılan notları gün yüzüne çıkarmayıp, köprünün altından çok suların geçtiği, atı alan Üsküdar’ı geçtiği, tarihsel momentin çoktan kaçırıldığı, 7-8 yıl aradan sonra yayınlamak ki yukarda da anlatmıştık bir dolu tartışmalardan sonra.
39 yıl sonra sorulan soruların bir anlamı olur mu bilemem. Ama yanıtlanmayacağını bile bile, salt doğru soruları sorabilmek adınadır bu sorular.
Kıvılcımlı’nın TKP’den atılması iddiaları konusunda, Fuat Fegan, Proletarya Partisi başlıklı yazısında şöyle yazar:
“ Dr.Hikmet Kıvılcımlı’da, tıpkı şimdi oynanmak istenen oyun gibi, sırf Laz İsmail öyle istedi diye, sorgusuz sualsiz, “ Partiden tard” edilmiş olarak gösterilmeye çalışılmamış mıdır?” (7)
Fegan, Reorganizasyon başlıklı yazısında şöyle yazar: “ Örneğin, Aydınlık dergisinin Mart 1969 sayısında yayınlanmış “ Türkiye’de Sınıflar ve Politika” yazısının: “ Ne “ eski” kahramanlar gördük… diye başlayan pasajı vardır. Bu pasaj, yıllarca sonra kaleme alınacak olan “ Kim Suçlamış?”ın adeta bir özetinden ibarettir.” (8) Adı geçen yazı:
“I – BAŞKASINA CUVALDIZ KENDİNE İĞNE
Dünyanın belki başka hicbir ülkesinde sosyalizm tartışmalarına o çeşit pragmatizm sorunları girmemiştir. Girmemiş diye olayları atlayamayız. O “gerçeklik” bütün kısa vadeli düşünce ve davranışları kendi “TAKTİK”lerinde sık sık ödüller. Buna, bir yüce Devrim ülkesinin diliyle dillenerek “TAKTİKA” adını veren nice örnekler gelmiş geçmiştir. Bunlar, karşı cephenin maaşlı katlarına “yükseldikten” sonra bile maskelerini indirmemişlerdir.
Ancak, burada, başkalarının gözündeki copu alırken, insan kendi merteğini görmezlikten gelmemelidir. Kısa vade “TAKTİKA”lar, “eski” sosyalistler arasında dahi benzer sonuçlarla taçlanmış değildir. Adları lazım değil, gizli polis dosyalarında ayrıntılı düşünce ve davranışları saklıdır. İttihatçılar, iktidara gelir gelmez, Abdülhamid’e verilmiş bütün hafiye jurnallerini, resmen hiç kimseciklere okutmaksızın, Beyazıt Meydanında yaktırdılar.
Türkiye öyle bir “karda gezip, izini belli etmeyen ler” ülkesidir. İnşallah sosyalistler, bir gün iktidara gelirlerse, o sınanmış yerli malı usulü bir daha denemezler, gelecek kuşaklar epey “Çalgılı İbret” seyrederler.
Ne “eski” kahramanlar gördük. Tatlı “CAN”ları sıkıya girince “gerçekçi” davranmışlardır. Kimi, “proletaryaya adanmış hayatlarını” kurtarmak üzere öz arkadaşlarına suç sıçratarak -TİP’in ünlendirdiği- “Dar geçitten sapa sağlam geçeceklerini ummuşlar, ucuz kurtulamadıklarını iş işten geçer geçmez anlamışlardır. Kimi, başı dururken kuyruğu ile suya dalan şaşkın ördek gibi, yaranacağız diye, hem kendileri üzerine, hem yüzlerce masum insan üzerine yıldırımlar düşürerek çekmişlerdir. Daha şimdiden, İttihatçı usulü “Jurnalleri yakma” sevdasıyla edebi ve siyasi ne romantizmler çıkarılıyor, basılıp satılarak ne karlar edilmiyor?
Devrimci savaş lügatinde “Provokasyon” adını alan o çeşit “eylem”lerin ürkek tayları, hem suçlu hem güçlü olmakta gecikmediler. Hele ilk fırsatta yeryüzünün tartışmasız sosyalistler ortamına beklenen “Kahraman” pozuyla “Göçmen” olur olmaz, bütün günahlarından “PİYR’U PAK” edilmek için, neredeyse kurbanları bir daha ateşe atıldılar. Çünkü pek az kimse, kendinde ondan daha başka turlu davranma ve düşünme eğilimi buluyordu. Ve bu kadarı, yalnız klasik Burjuva Sosyalizmi de değil, ayrıca Babil artığı Antika Kapıkulluğu cevherine bağlanabilirdi.
Sonuç nereye vardı? Kısa vadeli “TAKTİKA” acısı ortada. “Balkanlarda bir tane” yahut “Dünya çapında büyük” yalancı pehlivanlar, Türkiye sınıflar boğuşunda “TAKTİKA BİLMEYEN” eski sosyalist kıyım kıyım doğrandıkça, Sosyalizm Cennetinin Kevser şarabından ırmaklar akan yeşillikli paluze duvarlı köşklerinde “OTER ALLAH DEYU DEYU!” bülbüller gibi keskin sosyalizm şakıdılar. Onları pek iyi tanıyanlara karşı bile, önce “TEHLİKELİ ŞOVALYE”, sonra
“Vazgeçilmez ve SAKINILAMAZ” lider kesilme ateşli hastalığına tutuldular.
“MAKSAT” ne idi? Her cağda “Milletvekili-Senatör ” olmayı beceren bir ulu kişinin, söz dinlemez işçi akrabasına dediği gibi: “Siyasette balık gibi olacaksın! Dalga nereden çarparsa, obur yana kaykılıp, dümeninde yan geleceksin!” Maksat, her ne olursa olsun “BAŞ OLMAK” değil mi?
Siz muharebede ölen bir askerin “Mareşal” olduğunu gördünüz mu? Belki mezarı bile belli değil. Adını etini kargalar yemiştir. Yaşayacaksın, gözüm, başkalarını oldurup onların omuzlarına basa basa yükseleceksin. Davranışını yakından görenler, yaptığında epey kalleşlik, hayli tabansızlık bulsalar bile, ölüler konuşmazlar. Az ötedekilere: “Külahını kurtaran kaptandır”. Şarktır bu, kim kime? Eloğlu ne yapmış, yapmış “üste” gelmiştir ya. Altta kalanın canı cıkmışsa, kabahat kendisinde. Ölülerle bir iş yapılamayacağına göre, savaş sonunda ancak ayakta kalabilene “Başkumandanlık” rütbesi ve “Mareşallik” asası verilebilir. Başka turlusu olmayacağı için kalleşlik “KURNAZLIK” yerine geçer, tabansızlık cabaya süreklilik getirmiş sayılır.
“Sosyalist ahlak”, yahut “insancıl namus” mu? Kısa vade “Gerçeklik” önünde yenilenlerin ahlakı ve namusu aranır. “Küçük burjuva” alışkanlıklarını bırak. Gömülenler tanıklık edemezler. Düşman, enayi değil gizli dosyasını yaysın. Tarihi dosyalar ele geçse “BEYAZIT MEYDANI” ne güne duruyor? Buna karşılık, ŞARK aydını demişler ona. “LALE”yi, isterse bir soylu çiçek, dilerse boyuna takılmış kızgın demir anlamına çekiverir. Sen Edebiyata, Şiire, Müziğe, Tiyatroya, Romana, davula zurnaya bak. Babasını satmaya “Evrensel deha”, ihanete “TAKTİK inceliği” denilir. Kağıt bu, üzerine yazılanı “almam” diyebilir mi? Üstelik, Sümer Medeniyeti batmış”, Gılgamış Destanı kalmıştır. Prensip savaşı unutulur:Edebiyatı, kuşaktan kuşağa masallaşır.
Demek, Antika soylu Burjuva Sosyalizmi dünkü, bugünkü değil. Kimi batağın içinde solucan, kimi gizli servislerin gölgesinde “Deve kuşu”, kimi, “Viran olası hanede evlad’u iyal var!” siperinde “Tarikat” müridi veya şeyhi. Kimi yabancı ülkelerde “Vatan aşkını” ezip ezip suyunu içen Peygamber. Kimi Anayurdun kapı arkasında baltayı bulunca, kutupları keşfetmiş “Tatsız-tuzsuz Deli Bekir.” Kimi, bilinen eşeği alafranga boyalarla telliye pulluya babasına satmaya çalışan Kayserili.
Niçin, eğri oturup, doğruyu söylemeyelim? Bu topraklar düşünür yetiştirmez: “Bir ben müstesna” havası; “Bilim adamı”, yahut “Büyük cengaver” ecnebi vizesi almamışsa, kabul edilemez, suyu, yeni midir? “Yeni” sosyalistler o katakompların [mezarların] arasından güneşe cıktılar. Sonra, eski “gerçeklikler” hep bozgun. Doğru dürüst ne maaş, ne rütbe. Böyle hortlaklar, kabuslar değil mi, Türkiye’de sosyalizmi kırk yıl geciktiren ve işçi sınıfı hareketinin canına okuyan? Bunlara soluk aldırtmamalı. Hele enayilikleri hiç benimsenebilir mi?
Onun için, kimi “yeni” sosyalistleri pek yadırgamamalı. Bu eğilim, sınıf ve tarih köklerinden geldiği ölçüde dayanıklı. Kısa vadeli “Gerçekçilikken her sosyalistin uzak düşmesini beklemek “AKILCIL” olmaz. Eskiler de, yeniler de bunu anlamalıdırlar ve anlıyorlardır. İklim açıkgöz yetiştiriyor. Açıkgözün eskisi gibi yenisi de bulunacaktır. Yenilerinin, eski açıkgözlerden daha az açıkgöz olmalarını dilemek insafsızlık olur. Proletarya Sosyalizmi işçi sınıfının eline geçip gelişinceye dek, Küçük burjuva ve burjuva Sosyalizmi açıkgözlüğünü sekterliği ile yarıştıracaktır.
O da onun görevi. Proletarya Sosyalizminin görevi de: “Düşünce ve Davranışı” mihenk taşı tutmak, ne “Eski”, ne “Yeni” sosyalistleri (sırf “yeni” yahut “eski” oldukları için) toptan bir torbaya doldurmamaktır. Halkımızın: “Eskiye itibar olsa, Bit pazarına nur yağardı” sözü kadar, “Yeni Memmed Ağa kesesini düşürür” şarkısı da yerinde söylenmelidir ve söylenecektir. Kimsenin kara gözleri için, gözyaşına bakmamalıydı. Ona göre, Sosyalizmin düşünce ve davranışında herkes hizaya gelmelidir. Çünkü kişi TAPINCI ile kişi SAPINCI,bir madalyonun iki yüzüdür.” (9)
Kıvılcımlı’nın Anılar’ının bu bölümüne geçmeden önce iki konuyu açalım.
İlki Fuat Fegan tarafından Kıvılcımlı’dan ölümünden hemen önce ve sonrasında teslim alınan tüm dokumanlar, yazılar, evraklar daha sonra kendi tarafından adını “Kaçış” olarak verdiği başlık altında toplanmış ve daha sonraki tüm arşiv çalışmalarıda bu şekilde yapılmış. (10) Yani olayın adına F.Fegan tarafından “Kaçış” denmiş, ondan sonra gelenlerde bu isimi benimseyip devam ettirmişler. Böylece bir Kıvılcımlı’nın Kaçış hikayesi dillerde ve yazılarda kabul görmüş. Neden “Kaçış” denmiş? Bilmiyoruz. Doğru, yerinde bir isimlendirme mi? Tartışılması gerekli. Günlük Anılar’ın değişik pasajlarında Kıvılcımlı yer yer kaçmak türevli sözcükler (örneğin kaçtım) kullanmış bunları biliyoruz ama tüm bu dönemi komple olarak “Kaçış” diye adlandırmak için bunlar yeterli mi?
Bizzat Kıvılcımlı’nın kendi kaleminden bir alıntı yapalım. Kıvılcımlı’nın, ölümünden hemen önce, neredeyse son yazılarından, 29 Eylül 1971 tarihli, İst. Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanlığına yazdığı mektuptan. ” Adımın karıştığını öğrendiğim, 146. madde suçlaması ile görülmekte olan davadan kaçtığım söyleniyor. Gerçekte hiçbir mahkemeden kaçmış değilim. Herkesin bildiği gibi, tedavisi bulunmayan bir hastalıktan ötürü, Türkiye’de iki yıldan beri 13 müdahale ve 4 narkoz altında ameliyat geçirmiştim. Türkiye’ de başka hiçbir şeyin yapılamayacağını anlayınca, son bir ümitsiz girişim olarak, Türkiye dışı, daha ileri teknikli tıp dünyasına başvurmak istedim. Ancak, yıllardan beri yapılmış bütün pasaport dileklerim neticesiz kaldığından, başka bir yolla ülkeden ayrılmak zorunda kaldım.” (11)
Kıvılcımlı bizzat kendisi ifade ediyor, tüm bunlar bilinerek hala “Kaçış” diyerek başlık yapmak ne derecede objektifliktir…
İkinci konu, Kıvılcımlı tarafından yazılıp veya yazdırılıp, Suriye makamlarına verildiği öne sürülen “Bildiri”. Yine bu bilgi F.Fegan tarafından yazılıyor hem kendisinin hazırladığı Dr. H. Kıvılcımlı Arşivi-Yurtdışı Kataloğu’nda hem de IISH’daki Arşivde bulunun kendi el yazısı notunda. (12) F.Fegan, 1 Nisan 1977 tarihli el yazısı notunda şöyle yazmış, “Bu “Bildiri” Haziran 1971 başlarında Şam’da kaleme alınmış ve Suriye makamlarına verilmiştir.Eldeki nüsha O.Aksungur’un el yazmasıdır. Suriye makamlarına verilen aslının kimin elyazısı ile olduğu belli değil. Herhalde Dr. H. Kıvılcımlı’nın kendi elyazısı olmalı.” (13)
Tarih, “herhalde” lerle, “olmalı” larla yazılmıyor, kendisinin hayran kalınacak arşivciliğine, titizliliğine hiç uygun değil bu çıkarımlar. Sonuçta IISH’daki Arşivde hem Fegan’ın el yazısı bu notu hem Orhan Aksungur’un el yazısı ile olan bu tarihsiz ve kime yazıldığı veya verildiği bilinmeyen bildiri ve daktilo nüshası bulunmaktadır. (Ek 3 ve 4) Bildirinin ne Kıvılcımlı tarafından, Haziran başlarında yazıldığı veya yazdırıldığı, ne de Suriye makamlarına verildiğine dair hiçbir kanıt yoktur. Ortada olan tarihsiz, başlıksız (sadece “Bildiri” diye başlık olan)bir el yazısı notlarıdır. Kaldı ki yazı dikkatli bir okumayla Kıvılcımlı’ya ait olamıyacağı bir dil ve içerikle yazılmıştır. Neden bu ne olduğu bilinmeyen, O. Aksungur’a ait olduğu söylenen bir yazı Kıvılcımlı’ya mal edilmekte, üstüne üstlük birde Suriye makamlarına sunulduğu savlanmaktadır? Bilmiyoruz. Konumuza dönelim.
“Kim Suçlamış?”, Nazım Hikmet, Laz İsmail, Zeki Baştımar hakkında detaylı anılar TKP tarihinin ve dönemin diğer figürlerini de ( Şefik Hüsnü, Reşat Fuat Baraner, Kemal Tahir ve diğerleri) içerecek biçiminde kaleme alınmıştır. 1920 lerden başlayarak TKP tarihidir bir nevi anlatılan, bu anlamda olağanüstü önemli tarihi bilgiler de içermektedir. Aslında adı üstünde “ Parti Anılarım”, yani parti anılarıdır. Eskiler den başlar yazmaya, Şefik Hüsnü, Baytar Cevdet ve Hasan (Böcür). Kıvılcımlı’yı bunları yazmaya iten “partiden atılma” sorusuna cevap aramaktır. Hastalığı çok ilerlemişken (2 ay sonra kendisini kaybedeceğizdir), çok kısa bir sürede 5-6 günde yazmıştır bu notları. Sonra Yenileri yazar. Nazım Hikmet, Laz İsmail ve Zeki Baştımar. Arada Reşat Fuat’ı ise ara bir geçiş olarak yazar. Aradığı cevabı Eskilerde bulamaz ve Yenilerden 3 kişiyi, 3 bölüm halinde ayrıntılı olarak yazar. 3 ana başlık, 3 şahsiyet: Nazım Hikmet, Laz İsmail ve Zeki Baştımar
Ve Kıvılcımlı başlar hesaplaşmaya. 30 Temmuz 1971 tarihli ilk giriş yazısı.
“ 30.7.71 (Cuma)
1921’lerden 1971’e dek Türkiye’de, hiç aralıksız Marksist-Leninist olarak Teorik ve Pratik savaş verdim. 50 yıldır Türkiye burjuvazisi beni, “Azılı Komünist” diye boyuna kovuşturup mahkum etti. 40 yıla yakın mahkumiyet hükmünü “Komünistlik” suçundan giydim. 22 yıl cezaevlerinde “Komünist” diye yattım.
1971 Haziranı Sofya’da, -bana değil yanımdakilere- benim “Türkiye Komünist Partisi“nden atıldığım söylendi.
O güne dek, “Parti” adına hiç kimse bana özel yaşantım veya ideolojim açısından en ufak bir eleştiri, yahut bildiri yapmadı. Düşünce ve davranışlarıma karşı, yalnız “saygı” gösterileri duydum.
O nedenle, Sofya ve Berlin’den Moskova emriyle kovuldum.
Şimdi, üç ölüm cezası ile mahkûm bulunuyorum:
1- Prostat Adeno Karsinom başlangıcı. Yetmişinde insan için tabii idam hükmüdür. Ona bir diyeceğim yok. Ondan kaçamam.
2- Türkiye’de Sıkı Yönetim Mahkemesi, “Yılanın başı”, “Azılı komünist” olarak idam cezasıyla tevkifime karar verdi. Bunu da sosyal ve politik bakımdan “tabii” sayıyorum. Bundan kaçtım.
3- Nerede ve hangisi olduğunu bilmediğim bir “Türkiye Komünist Partisi”, beni bu sıra Parti’den atmış. Bu moral “idam” kararını artık “tabii” bulamıyorum. Ve kaçamıyorum.
1. ve 2. ölüm cezaları olacağına varır. 3. ölüm cezasına karşı hiç değilse burjuva mahkemelerindeki kadar savunma hakkımı kullanmazsam, bu savaş dünyasından giderayak, son görevimi yapmamış olurum.”
“Devrimci teorisiz Devrimci hareket olmaz” diyen Lenin’in öğüdünü tutan Kıvılcımlı, teorik çalışmalarının dökümünü yapar. 50 yılda “ sosyal orijinalitemizin Tarih, Ekonomi ve Politika açısından araştırmasını yaptım. 40’a yakın Türkçe yayınlanmış kitaplarım ve 100 cilde yakın yayınlanmamış yazılarım ana çizilerinde hep o Marksist-Leninist çabalarla doludur”.
“ Dahası var. 1930 yılına dek Türkiye’de geçirdiğim ilk 10 yıllık Marksist-Leninist pratik ve teori savaşına dayanarak, 40 yıl önce “YOL” adı altında bir seri yerli orijinal araştırmalar yazmıştım. Burada, her biri ayrı kitaplar halinde, İdeoloji, Sosyal Gelişim, Parti Tarihi, Strateji Plan>nda, Burjuvazi, Proletarya, Köylü ve Milliyet ve Taktik problemleri ayrıntı ve eleştirileriyle ele alınıyordu.
Bunu, o zaman içinde bulunduğum Santral Komite’ye bir tartışma platformu olur umuduyla verdim. Üst üste tevkifler, mahkemeler ve en sonunda 1939 [1938] Donanma Davasında “Askeri isyana tahrik“ten 15 yıla mahkûm edilişim, ideolojik tartışma özlemimi kursağımda bıraktı. Sezdiğime göre, Santral Komite’ye sunduğum araştırmalar yok edildi. Ve bizim Devrimciler, 1920 ve 1930’larda olduğu gibi, 1940’larda ve daha sonraları dahi, tam
Lenin’in “Primitivizm” adını taktığı, “Mujiğin çakmaklı tüfekle muharebeye gitmesi” biçimli “kafasız işgüzarlık” (Stalin)larına kapılıp gittiler.
Bu durumda, bana kimin, nasıl bir teorik, ideolojik temelli yanlış atfedebileceğini bilmiyorum. İdeolojik alanda, Marksizm-Leninizm’i papağanca ezberlenecek klişeler sananların hakkımdaki düşüncelerini, belki ölünceye dek öğrenemeyeceğim.
Pratik alana gelince, Türkiye Komünist Partisi’nden adam atabilecek kimselerin içyüzlerini bilmeyenler, hiçbir tutarlı kanıya varamazlar. Ben bile, ancak şimdi, 50 yıllık arasız kan kusturucu sosyal-politik savaşımın yıldırım filmini göz önünden geçirirken, olayları daha objektif değerlendirmeye varabiliyorum. Ben, kahredici sınıflar savaşının en nankör geri Türkiye ortamında soluk almaksızın boğuşurken, arkamdan bu oyunu ne zaman, kimlerin
oynayabildiğini açıkça kestiremiyorum. Çünkü, bildiğim herkes, yüzüme karşı hep içten yoldaş havası tasladı. 50 yıllık pratikte, hiçbir polis işkencesi ağzımdan ne bir örgütü, ne bir kişiyi suçlayacak tek söz almadı. Bunda bütün dostlarım kadar, düşmanlarım da oybirliği edememezlik göstermediler. 50 yıldır sık sık çağrıldığım Türkiye dışına, 50 dakika dinlenmek için olsun gidemeyecek kertede içerideki yükümlerimi bir an bırakamadığımı, sosyalist ahlakını sıfıra düşürmemiş hiç kimse inkâr edemez. Tartışılamaz gerçek bu iken, 50 yıl sonra, kanser illetimin Türkiye’de tedavi olanağı bulunmadığı için, kavga arkadaşlarımın ısrarı ile ve kendi kanunlarını çiğneyen militarist-faşist mahkeme, en haksız yere idam cezasını peşime düşürdüğü gün, dışarıya kaçar kaçmaz, önüme sosyalist ülkelerde çıkarılan bu politik “idam” cezası, hangi vicdanın ve iz’anın ürünü olabilir?”
Bu çerçevede, teorik-pratik çalışmalar ortada iken bu “kararı” kimler almış olabilir? Kıvılcımlı bunu sorguluyor. Önce Eskiler-Yeniler diye hareketteki kişileri sınıflar. Eskiler, “ 1- Eskiler: Türkiye’de illegal Marksist-Leninist hareketi ve Parti’yi birlikte kurduğumuz 3 kişi: Şefik Hüsnü, Baytar Cevdet, Hasan (Böcür)dür.” Bunlarla ilgili anılarına bakınca “Bu anılara bakınca, yukarıda adı geçen eskilerden birinin beni Parti’den kovabilmiş olacağına inanamıyorum” der. Çünkü, Böcür Hasan (Hasan Ali Ediz) ile bir süre “Marksizm Biblioteği” nde birlikte çalışmışlar, Kıvılcımlı Donanma davasında 15 yıla mahkûm olunca,” o bir Bakanın emrinde burjuvaziye teslim oldu. Şimdi “Babıali”de keyfine bakıyor.” Baytar Cevdet ise “ Ben 5 yıl mahkumiyetimi (ilaveye hacet var mı bütün mahkumiyetlerim “Komünistlik suçundandır) Elazığ cezaevinde sürgün yatarken, gizli mektuplarla aleyhime hayli sinir savaşı ve şantaj denemişti. Sonra, Sovyetler ülkesinde Alman casusu olarak kurşuna dizildiğini işittim. Doğru, yanlış, bir daha Cevdet adını, sanını işitmedim.”
Şefik Hüsnü’ye gelince, evet liderdir o. 1927 TKP Tevkifatı’nı başlatan Vedat Nedim Tör’ün ihbarı ile yakalanır ve “ Randevularımız için oturduğu evin penceresine koyduğu işareti kaldırmadığından, henüz sivil polisçe tanınmayan benim yakalanışıma sebep oldu. İşkenceye rağmen poliste ben her şeyi inkâr ederken, Şefik, tutulan Komintern’e gönderdiği mektupta söz ettiği “Komünist Gençlik Başkanının ben olduğumu söyledi. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinde, benim sorgum yapıldığı gün, heyecanla koluma sarılarak, “Parti kurtuldu senin ifadenle” dedi. İçeride, bütün kadro ve örgütleri ikimiz baş başa vererek yeniden düzelttik. Bütün Santral Komite yetkilerinin bana verildiği kararına varıldı.”
Şefik Hüsnü’nün bir çok TKP tutuklamalarına yol açan tedbirsizlikleri bununla da sınırlı değildir. Ünlü bir “ Sarı defter” olayı vardır. Sarı Defter, Şefik Hüsnü’nün, evinde masasında bulunan, kişilerin isimleri, ilişkileri ayrıntılı olarak not edildiği bir çeşit akıl defteri. (14) Mihri Belli’de bu konuda yazmıştır.
TKP tarihi bir çeşit, art arda gelen tevkifatlar tarihidir. Tevkifat belgelerinden, dava tutanaklarından, günlük gazete haberlerinden oluşan çok sayıda araştırma, hazırlanmış kitaplar vardır, gerek anı biçiminde gerekse de doğrudan belge düzenleme biçiminde. 1925 (Ankara İstiklal mahkemesi-Kıvılcımlı henüz Tıbbıyeli Hikmet’tir, 10 yıl kürek cezası alır ve ordudan atılır (15), 1927 ( Likidasyon), 1929 ( İzmir), 1938 ( Harbiye), 1951 (51 yılı dışındakilerin hepsinde Kıvılcımlı’da vardır. Kıvılcımlı bunlara ek olarak 57 Vatan Partisi davası) yıllarındakiler en ünlüleridir, aralarda da bir dolu başka tutuklanmalar, davalar mevcuttur. Burada konumuzla ilgili olarak, adı geçen şahsiyetleri merkez alanlar kaynaklardan yeri geldikçe alıntı yapacağız. Emel Seyhan’ın derlediği, TÜSTAV yayınlarından 1928 TKP Davası isimli kitaptan alıntılar şöyle. Aslında kitabın konusu 1927 TKP Tevkifatıdır. Bu tevkifatta, tutuklamalar Ekim 1927’de başlamıştır ama duruşmalar Ocak 1928’de başlar, hazırlayanlar buna dayanarak 1928 demişler sanırım, çünkü bu kitaba dayanak olan daha önceleri yayınlanan kitap 1927 diye geçer. Kitap, kasım 27-ocak 28 arası dönemin günlük gazetelerinden ( Vakit, Milliyet, Cumhuriyet..) dava ile ilgili olan haberlerin derlenmesinden oluşmuştur. Dava Vedat Nedim Tör-Şevket Süreyya ekibinin provokasyonu sunucu başlamıştır. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinde, Şefik Hüsnü, Kıvılcımlı, Eczacı Vasıf, Hamdi Şamilof ve birçok TKP’li yargılanmış çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Nazım Hikmet, Laz İsmail, Hasan Ali Ediz ve başkalar gıyaben yargılanmışlar.(16) Kitapta, 19 Ocak 1928 tarihli milliyet gazetesinden alıntı yapılır, Kıvılcımlı’nın mahkeme sorgusu vardır bu haberde. Kıvılcımlı, Şefik Hüsnü ile olan ilişkisi hakkındaki soruları yanıtlamaktadır sonrasında Marksizm hakkındaki fikirlerini anlatmaya başlar.(17)
Kıvılcımlı’nın, bu davadaki savunması ile ilgili olarak, Şefik Hüsnü’nün, Komintern arşivlerinde bulunan, Istanbul Hapishanesi’nden 31 Ocak 1928 tarihli Baytar Cevdet’e yazdığı sanılan mektuptandır.
“ Tüm sanıklar içinde en güzel konuşan, yeğenimiz Naci’nin okul arkadaşı olan genç Doktor Hikmet oldu. Kendisinin Marksist felsefeye sarsılmaz bağlılığını belirleyen entellektuel ve sosyal saikleri çok iyi ve çok çarpıcı bir biçimde sergileyen hakiki bir söylev verdi ve herkesin anlayacağı bir dille Marksist felsefenin özünü açıkladı. Dinleyiciler arasında birçoğu, Doktor Hikmet’in kendi ailesi gibi işçi ailelerinin hak etmedikleri bir sefaleti nasıl yaşadıklarını anlatması karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bana öyle geliyor ki bu genç adam, Türkiye de işçi hareketinin bundan sonraki gelişiminde büyük bir role sahip olacaktır.” (18) Evet Şefik Hüsnü, Partinin her daim vazgeçilmez lideri, 1927 TKP davasından sonra Kıvılcımlı hakkında Kominterne bunları yazıyor.
“ 3 eskilerle 3 yeniler arasına bir Reşat Fuat girer.”
Daha önce belirttiğimiz gibi, Kıvılcımlı sürekli sormaktadır, Kimdir bu kararı alanlar, verenler, sosyalizmin ana vatanından kapitalist dünyaya püskürtenler, geçmiş anılara başvurur anımsamaya çalışır bir ip ucu bulabilir miyim diye. Geçmiş mücadele günlerinde geçen şahsiyetleri, onların davranışlarını anımsamaya çalışır, geçmişi bir film şeridi gibi canlandırır ve yazar.
“ Elazığ cezaevinden dönüşümde Reşat karanlık Tekke odama gelerek, ağlarca, Hasan’la Cevdet arasında geçen uygunsuz ve moral kırıcı şeflik-liderlik kavgalarından uzun uzun yanıp yakılmıştı. Sonra, kendisini “Türkiye’nin Stalini” olarak Parti tabanına dayatmak istediği anlaşıldı.”
“ Vasıf’la Hasan’a acı eleştiriler yaptığım gün, onlar Reşat’a karşı beni savunduklarını söyledilerdi. Güldümdü. Türkiye’de 1925’ten beri ilk defa sistemli Marksizm yayınlarıma devam ettim. Türkiye’de “Stalin olmak” isteyenler için bu yayınlarım suç elemanı olabilir miydi? Özel yaşantımdan da, yalnız yayın işlerinde yardımı dokunan Fatma Yalçı adlı kadına karşı haksız imalarla karşılaştım. Bu imaların, tahmin ettiğim gibi, küçükburjuva çekememezliklerinden ileri geldiği sonraki olaylarla ispatlandı.
Böylece Eski‘leri ve bir antrakt olan Reşat’ı, kısaca geçiyorum.”
Yeniler e geçer. Peki, “ Yeniler” kimdir? Kıvılcımlı için ölçüt şudur: “ Yeniler dediklerim, Parti‘nin İstanbul’da yapılan I. (Bakü’dekine göre II.) Kongresi’nde ve ilk kuruluş çağlarında fiilen çalışmamış, sonradan katılmış bulunanlardır.”
Konuyla ilgili olan TKP Kongrelerini kısaca anımsayalım. TKP 1. Kongresi, 10 Eylül 1920 Bakü, TKP 2. Kongresi, 1 Ocak 1925’te Beşiktaş Akaretler (Şefik Hüsnü’nün evinde), parti Konferansı, 1926 Mayıs, Viyana.
Kıvılcımlı devam eder. “ Bunlar da 3 kişide toplanıyor: Nâzım Hikmet, Lâz İsmail, Lâz
Zeki Baştımar. Beni Parti’den atmak “şerefi” bu 3 kişiye mi düşmüştür? Niçin?…..
Kişi meselesi denecek. Evet, ortaya teori konmayınca, pratikte küçükburjuva kişilikleri önemli rol oynar. Örgüt demek, kişiyi seçmek ve kontrol etmek değil midir? Parti tüzüğünde kişi ambisyonu ve Kariyerizm bir üyenin atılması için baş nedendir.
Acep ben de kişi hırsıma kapılmıyor muyum?
Hayır. Hayatımı bilen bunu anlar. İnanılan ülkü uğruna savaş alanında er gibi dövüşmekten daha yüksek bir değer ve paye görmedim. Domuzuna gerçekçiyim. Kanlı düşmanıma iftira edemem. Belki en büyük zaafım bu. Doğrudan ayrılamam. Bir gün Türkiye’nin Devrimcilik Tarihi namusluca yazılırsa, en tiksindiğim kimseye bile yapmadığım, hiçbir zaman yakıştırmadığım er geç ortaya çıkacaktır. Kanserin beni idama mahkûm ettiği anda, geride kalanları kötülemekliğim budalalık olur. Neden, Devrim olursa, aman Gizli Arşivlerin yakılmamasını ikide bir her kuşağa öğütlüyorum? Bundan
Ancak, burada kimi kişiler üzerine bildiklerimi açıklamak bana bir kaçınılmaz Parti görevi olarak kendini dayatmasaydı, gene kızar veya güler geçerdim.”
Kıvılcımlı tek tek şahsiyetlere geçmeden, 12 Mart arifesinde, mührünün sahte olduğu sonradan anlaşılan Dev-Genç mühürlü bir bildirinin dolaşıma sokulması konusuna döner. Kıvılcımlı, bu buram buram provokasyon kokan bildiriye cevabını 16 Mart 1971 tarih ve 20.sayı Sosyalist gazetesinde (19), yayınlanan, “ İt ürür gittikçe Kervan yürür” başlıklı yazıyla verir. Yazı ve konu ile ilgili ayrıntılı bilgi Emin Karaca’nın “Yeraltı Dünyadan Başka Bir Yıldız Değildi (1929 Komünist tutuklaması)” adlı kitabında verilmiştir.(20) Bu kitap adından da anlaşılacağı gibi 1929 TKP İzmir Davası üzerine ayrıntılı çalışma içerir. Yine bu dava ile ilgili belgelerin toplandığı, TÜSTAV yayınlarından çıkan, 1929 TKP Davası adlı çalışma da bu dava için önemli bir kaynaktır. Sahte mühürlü bildiri olayı konusunda dönemin Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü’nün çok net açıklamaları vardır. Kesinlikle Dev-Genç’le ilgili olmadığını, mühürün sahte olduğunu ve konuyla ilgili o zaman basın açıklaması yaptıklarını belirtiyor. (21)
Kıvılcımlı’ya dönelim. “ Bu adamlar, benden kuyruk acılarını çıkarmak ve komplekslerine
ilaç bulmak için de olsa, bir süredir yaptıkları ile Türkiye’de hareketi baltalıyorlar….
İler tutar yerleri kalmayınca, dün “Elli Yıllık Tarih” diye beni kendilerinden ilan edenler, hemen “Dev-Genç” mühürlü bir pornografi belgesini posta ile tüm Türkiye’ye dağıttılar. Hem de hangi uyduru ile? Ragıp Usta, Mustafa Suphi ve Şefik Hüsnü’nün silah arkadaşı
imiş! Adam öldü. Bilenler, onun İzmir’de her akşam, ceketini falan kişiler gibi bir omuzuna yan atıp parklarda oğlan avına çıktığını anlattılar. Pek geç, İzmir davasında öğrendim. Bu profesyonel homoseksüelin, ayrıca evinde beslediği “Şükrü” adlı “manevî evlad”ı varmış. 1929 sıralarında Ragıp ansızın İzmir’den kalkıp beni harıl harıl arar. Kimsenin bilmediği Birader’in adresinden buldu. Çok önemli işler öne sürmüş. Sultanahmet parkında buluştuk.
Şükrü’yü bana çok “ateşli komünist” yetişmiş “çırağı” olarak tanıttı. Öyle isimler ve olaylar anlattı ki, inanmamazlık edemedim. Konuşurken ansızın kalktı. “Ben birazdan gelirim. Siz, asıl işi yapacak olan Şükrü ile konuşun” dedi, gitti. Çok yadırgamıştım o davranışı. Ama altında sistemli bir provokasyon yattığını nereden bilirdim? Şükrü, bayağı kocaman lakırdılar tekerlemeyi öğrenmişti. Ragıp Usta Bulgaristan’da iki antikomünist katliamdan kurtulmuştu. Onun yetiştirdiği çırak yabana atılır mıydı? İstanbul’da bağlayıp İzmir’de yargılanan işkenceli Komünist avı üzerine, ancak Tevkifhane’de İzmirliler, gözlemlerini belirterek, “Şükrü”nün çırak değil “metres” olduğunu açıkladılar. Bu “çırak” veya “metres”, tahkikat sırasında bir fiske bile yemeksizin, homoseksüel İzmir Polis Müdürünün altından kalkarak, bildiği, bilmediği ve sürü sürü uydurduğu yalanlarla herkesi ele vermişti.
“Dev-Genç” mühürlü, teksir edilmiş provokasyon bildirisi, benim, bu Şükrü ile bir hücrede yatarken masum çocuğu “kirlettiğim” için Komünist Partisi Merkez Komitesinden atıldığımı yazıyordu. Ve sayın savaşçı Ragıp Usta’nın, o sevgili oğluna yapılanlardan kırılarak, ömrünün sonuna dek bana küstüğü anlatılıyordu. Gel de kendini savun!
Şükrü’yü, mahkemeye çıktığımız güne dek 1 numaralı provokatör diye tanımış, yakından hiç görmemiştim. Hücreler teker kişilikti. İlk hücreden çıkışta, nedense, beni on onbeş kişilik, sabaha dek uyutmayan tahtakurulu odaya Ragıp’la birlikte vermişlerdi. Şimdi düşünüyorum. Ragıp, poliste söylemediklerimi ağzımdan almak için kullanılmış olabilirdi. Sonra yüze yakın “komünist” bir ambara doldurulduk. Ragıp’ın bana bitişik yeri kapmak için gösterdiği heyecan, bana karşı sempatisi gibi gelmişti.
İzmir davasında, merdiven basamağına konmuş temizce bir kâğıda geceyarısı helva-ekmeğini saran 12 yaşındaki sinemacı çırağını bile mahkûm ettiler; Ragıp Usta beraet etti! Bu inanılmaz olayı ve benzerlerini hemen dışarıya ilettimdi.
15 yıl sonra Şefik Hüsnü, meşhur 6 ay zor süren “Emekçi Partisi” için Türkiye’de bula bula üç kurucudan biri olarak aynı Ragıp Usta’yı bulmamış mı? 15 yıllık hapisten döner dönmez Parti tüzüğünde bu adı okuyunca, tüylerim diken diken olduydu. Ne yapılabilirdi? Her şey bitmişti.
Türkiye’de hareket, böyle inanılmaz bir primitivizm karambolu içinde yuvarlanıyordu. 1929’dan 1971’e, 42 yıl sonra, ben prostat kanserinden 4 narkozlu ameliyat, 13 müdahale geçirip kan işerken, çıkmış kitaplarımla az çok aydınlanıp derlenmeye başlayan gençleri çevremden ürkütüp kaçırtmak ve sosyal hareketi anarşiye sürüklemek için, sahte “Dev-Genç” mühürü ile üzerime bu olmadık çamur atılıyor ve Berlin’deki “TKP”liler, bu pis provokasyona tempo tutuyorlardı.
Hadi Zeki çok sonra türedi. Laz İsmail benimle İzmir hapisanesinde yattı. Öyle bir “çocukla hücrede” yatma ve “masumu kirletme” olayının olamayacağını bilmez mi? Böyle bir hadise olsa, ilkin o bana, o zaman bir eleştiri olsun yapmaz mıydı?
Onun için, Yeniler dediğim 3 kişi üzerinde azıcık durmam gerekiyor.”
Emin Karaca’nın yukarıda adı geçen kitabında s.158’de Şükrü’yü yazar, eşcinsel ve polis ajanı olduğu, Tan matbaasının bitişikteki binasında patlamayla öldüğü söylenir.(22) Yine aynı kitap s.50’de Hikmet Beyin sorgusu başlığında, ( İzmir Ağır Ceza Mahkemesi sorgusu, 28 Haziran 1929 tarihli Vakit gazetesinden) Kıvılcımlı, “ komünistliğin bir cürüm olmadığını” belirtir.(23)
NAZIM HİKMET
Nazım Hikmet’le başlar.
“Nâzım Hikmet, Beni, Hasan ve Vasıfla “Parti’nin Triumvirası” sayardı. Onun için olacak, Elazığ “Üniversitesi” dönüşümde, “1 Mayıs” günü Polisin eski müteferrikasında karşılaşır karşılaşmaz, Şefik ile Hasan’ın kendisini haksız yere Parti’den attıklarını yana yakıla anlattı”
Burada bir parantez açalım, bu karşılaşmanın tarihi konusunda E.Karaca şöyle yazar. 1 Mayıs 1935. Açıklar. Kıvılcımlı 29 davasından, Cumhuriyet’in 10.yıl affı dolayısıyla 1933’de çıkar.Nazım’da Bursa davasından, cezaevinden Ağustos 1934’de çıkmıştır.(24)
Nazım’ın atılma gerekçesi, Partiye ait olan gizli bir matbaayı, parti emriyle gelen kişiye kendince bahanelerle-sarhoş vs.. teslim etmemiş, durumu Kıvılcımlı’ya anlatır, onlar dediklerinden sıtkının sıyrıldığını söyler, yardım ister. Kıvılcımlı’nın yanıtı tarihi bir belge niteliğinde, tüm devrimci mücadele içinde olanlara, partili çalışma nedir diye soranlara tarihi ders olacak niteliktedir.
“ “ –Haklı olabilirsin.
-Vermem diyeceğine, usulü ile haber yollardın. Oysa sen, sonra
yapılan ısrarları dinlememişsin. Kendin söylüyorsun.
– Sıtkım sıyrıldı bunlardan.
– İyi ama, işte o primitivizmdir. Parti içinde fraksiyondur. Enternasyonal ölçüde fraksiyonculuğa karşı ne yaman savaş güdüldüğü, bilinen şey.
– Sen de mi beni mahkûm ediyorsun?
– Ben seni mahkûm etmiyorum. Parti demek biçim demektir.
Sen, özde haklı bile olsan, biçimi çiğnedin mi, eloğlu yakana yapışır.”
………
– Şair olarak epey anılıyorsun. (O zaman… Demek Parti’den
atılınca, Nâzım’ın şiirleri plaklara alınıp satılmaya başlamıştı.) Bu
işi herkesten iyi yaptığına göre, şairlikle yetinemez misin?
– Yetinirim. Şeflikte, liderlikte gözüm varsa kör olayım.
– Öyleyse neyi paylaşamadınız?
– Hiç. Bilmem ki. Şefik Hüsnü bana taktı. Hasan dersen, onu
bilirsin.”
Kıvılcımlı’nın en ünlü sözüdür: “ Parti demek biçim demektir”
Nazım Kıvılcımlı’ya sorar:“
– “Şimdi ben ne yapayım?” dedi. Sen benim yerimde olsan ne
yapardın?
Uzun boylu düşünmedim. O zamanki Parti anlayışını açıkladım:
– Sen Troçkistmişsin.
– Yalan!
Bunu öylesine çabuk, hazır ve hemen söylemişti ki, insan şüpheye düşerdi. Kaç defa, yüzde yüz doğru olduğunu bildiğim şeyi, Nâzım hep böyle keskin bir “Yalan!” patlatarak, üstünden
atıverirdi.
– Belki sana yalan geliyor ama, Böcür (Hasan) yazılı belgelerin
ele geçtiğini ve Komintern’e gönderildiğini öne sürüyor. Komintern
tasdik etmiş.
-Katiyyen yalan.
……
“- Sen, fraksiyon kumpaslarına fazla bel bağlamışa benziyorsun
Nâzım. Bende öyle bir tohum arama. Sana da tavsiye etmem.
Bak başına neler geldi.
Nâzım, şairane bir göğüs geçirdi.
– Ben fraksiyon yapmadım. Ama, öylesine getirdiler.
-Kimlerle yapmadın?
– Hiç kimseyle.”
Fraksiyon yapmadığını söyler ama, Hamdi Şamilof-Musolini Ahmet’le pek sıkı fıkıdır. Tutuldukları nezarethanede yakın ilişki içindedirler. M.Ahmet’in polis olduğu söylenmektedir. H.Şamilof ise 1927 tutuklamalarında, poliste çözülmüş ve örgüt dışına çıkarılmıştır. Bizzat Şefik Hüsnü tarafından suçlanmıştır. H.Şamilof daha sonra, Haseki Hastanesinde staj yapan Kıvılcımlı’ya uğrar. “ Her zamanki çok içten ve felakete uğramış görünmek isteyen, esrarlı pozlarıyla “yoldaş” insafına başvuruyordu. Ayrılık zarardı.
Zaten bir avuç adamdık. “Birbirimize” düşmemeliydik. Olmuş herhangi yanlışlık. Kim poliste işkenceye dayandı? Bir ben kendimi tutmuşum. Herkes de ben olabilir miymiş!
İşte Şefik, “iki sopa yiyince”, Mektupta geçen “Gençlik Başkanımın ben olduğumu söyleyerek beni ele vermemiş mi? Ne olur yâni işkenceden en çok canı çıkan Şamilof yanlış yaptıysa!”
Yalvarır yakarır, Kıvılcımlı o zaman işçi sınıfı içinde çalışmasını önerir, yanlışlar ancak iş üstünde düzeltilebileceğini söyler. Şamilof pek yanaşmaz, alışmıştır çünkü, o da Sovyetlere gidip gelenlerdendir, hatta soyadına takılır Kıvılcımlı “ Şaka ediyorum. Demek istediğim, siz Sovyetlerden birer ikişerTürkiye’ye gelen göçmen kuşlar, bizim iklime, Türkiye’nin havasına,suyuna bir türlü alışamadınız.
– Ben Türkiye’de doğmuşum.
– Belli “Of’li”sın. Onu demek istemiyorum. Buraya geldiniz, gene Rusya’dan dışarı çıkmadınız. Kendinizi hep o hazır pişmiş, kotarılmış Sovyet İhtilâli içinde yaşattınız.
– Nasıl? Anlıyamadım.
– Anlamayacak ne var, Şamilof? Şevket Süreyya’lar da, Vedat Nedim’ler de, Sarı Mustafa’lar, şu Kırım kibarı Sait’ler de, senin gibi İstanbul’daki Sovyet Elçiliğinin kapısında maaşlı memurdunuz.
– Ben kapıcıydım. Memur değildim.
– Aynı şey. Maaşın nasıldı?
– İyiydi.
– İyiydi değil. Sen kendin anlattın. Poliste döverlerken: “Ulan Moskof uşağı, senin Ruslar’dan aldığın para İstanbul Valisinin maaşından yüksek be!” demediler mi?
“- Dediler. Şimdi sence bile o da mı suçumuz?
– Suç başka. Siz Türkiye’de komünistliği, Sovyet Elçiliğinden bol maaş almak biçiminde tanıttınız.
……..
– Onun için anlayış göstermeye çalışıyorum. Kabahatin bir parçası da başka yerlerde… Bırakalım oralarını. Sen şimdi var git.
Azıcık Türkiye’de olmaya alış. İlerisini görürüz.”
Sonuç değişmez, Şamilof yine geçimini o kapılardan çıkarır.
Kıvılcımlı sürekli sorgular kendi kendini:
“ Şimdi beni Parti’den atanların kimler olduklarını ve niçin bu marifete yer verdiklerini… hatta, verip vermediklerini tam bilmiyorum. Acep vaktiyle Parti’den atılmış olanlara karşı insafsız davranmış mıydım? İçlerinde Hamdi ve Nâzım gibi atıldığına üzülenler önünde, daima derin bir acıma duymuştum.”
“ Şefik Hüsnü ile Nâzım meselesini hiç görüşemedim. Şefik yok ki… O sistematikman Türkiye dışında. Türkiye’de ihtilâl patlasın da, kurşunlu vagonla başına geçmeye geleyim, diyen, Gıyabi Lenin tutumunda.
Böcür, Nâzım meselesini kindar suçlama sıçratmalarından başka türlü ele almaya ölse yanaşmıyordu. Şefik’i, Hasan’ı, Cevdet’i bir araya getirmeden ise, Nâzım işi karara bağlanamazdı Türkiye’de.”
“ Başka “Komünist Şair” henüz piyasaya sürülmediğine göre, Nâzım’ı harcamanın enerji ekonomisi sağlamayacağını biliyordum.
– Sen şairliğine devam et Nâzım, dedim. Şiirinde fazla saçmalamadığın sürece davaya yararlı olursun.
– Değil mi? Ne istiyorsunuz benden? Bırakın çalışayım.”
Ama yine de, prensip insanı olan Kıvılcımlı, bildiği inandığı doğrulardan, yöntemlerden vazgeçmez, “ Yukarı”larda yetişmiş Nazım gibi başka yollar bilmeyi küçüklük sayar ve Nazım’ın kendisini pek saf saymasını şöyle yanıtlar.”
– Ben ne isem oyum Nâzım. Bildiğim tek şey: Ağır ceza Mahkemesi bir hüküm verdi mi, temyiz edilir. Senin Temyiz katın III. Enternasyonal. Git hakkını ara.
– Nasıl gideyim?
– Bayağı. Herkesin gittiği gibi.
– Kaç defa denedim. Daha kayığa binmeden yakalandık.
– Kimler tutuyordu kayığı?
– Hamdi ile Ahmet…
Elimde olmıyarak gülümsedim. Şair kuşkuyla yüzüme baktı:
– Onlara güvenirim.”
“Nâzım, tanıdığım “Şark kurnazı“nın en kurnazı idi. Ancak bütün Şark kurnazları, zaman zaman kendi kendilerini ele vermekten kurtulamazlar. Ya unuturlar söylediklerini (çünkü yalanın çoğu hatırda kalmaz); yahut sözlerinin ve davranışlarının nereye varacağını kestiremezler (başkalarını öyle çok aldatan en sonunda yanılabileceğini aklına getirmez).”
Tutuldukları yerde, son günlerine yakın, Nazım, Kıvılcımlı’ya Tarih Tezini sorar, hatta Kıvılcımlı şaşırır nereden haberi oldu diye. Kıvılcımlı Tez in henüz ham olduğunu, başlangıcında olduğunu, işler geliştirirse paylaşacağını söyler. Nazım ısrarlıdır.
“– Yooo! O kadar bekleyemeyiz. Hem aşağıda yüze yakın komünist var. Çocuklar 1 Mayıs’ı kapalı, bomboş mu geçirsinler? Fikrin anasını korsun. Tartışılır. İlim böyle gelişir.
Gözlerinden okuyorum. Nâzım beni herkesin önünde ukalâ durumuna sokup, yakalamak istiyor. Zemini de yapmış…
Kapılara gözcü kondu. İçeriye girdim. Hıncahınç millet. İğne atsan yere düşmez. Orta yere dek yolu güç buldum. Orada, neredeyse dinleyicilerle kucak kucağa diz çöktüm. Hiç böyle kalabalıkta konuşmaya alışık olmadığım için, can sıkarsam, seslenmelerini istedim.
Konu’nun çok ham yanlarına şöyle bir dokunacağımı anlattım. İslam Tarihine başladım. Tarihöncesinde Babahan, Toplumu planlıca güder. Allah da, Ana veya Babahan kılığında olur. Bezirgan ekonomi, geliştikçe, insanların kaderi, insan kılıklı güdücülerin elinden çıkar. Pazar kanunlarıyla belirlenir. …” Kıvılcımlı salt ukalalık yapmamak adına çekinik durduğu konu, o anlattıkça beklenmedik bir ilgiyle karşılaşır, dinleyiciler uyumak yerine aksine büyük bir dikkatle dinliyorlar. Nazım ve ekibi Şamilof- Musolini’nin alaylı gülüşleri dinleyici işçileri bile isyan ettirir. Kıvılcımlı ise sadece “İşte Nâzım bu idi. Saçmalasaydım, Parti’dekilerin apık sapıklığını parmağına dolayıp, işçileri kendine çekecekti. Bir daha ne yüzüne vurdum, ne Nâzım’ın kurnazlıklarında içtenlik arayabildim. Yalnız, her davranışını daha ihtiyatla karşılamaya başladım.”
Nezarethaneden çıkarlar, bir süre sonra, Nazım Kıvılcımlı’ya çıkışır, kendisini polislikle itham ettiği için. Oysa ki, Kıvılcımlı yalnızca, o dönemlerde 1935 de, Marksizm Bibliyoteği serisinden yayınlamış olduğu “ İnkılâpçı Münevver Nedir?” kitabında Nazım’ı eleştirmiş, provokasyon dan bahsetmiştir. Kitap devrimci aydın Henri Barbusse üzerinedir. Cevap verir Kıvılcımlı: “ – Polise yaramak için insanın mutlaka müdüriyet emrinde olması, kıçına tabanca, omuzuna üniforma takıp maaş alması gerekmez Nâzım. Sen de o kadarcığını bilirsin. Senin maaşlı polis olacağını düşünemiyorum. Bu senin ölümün, intiharın olur. Yaşamanı, İşçi Sınıfına yaramanı isterim. Ne var ki, başkalarından ve senden kulağımla dinlediklerim, provokasyondan yakanı kurtaramadığını açıklıyor. Onları yapma. Kendini de, bizi de üzme. Son sözüm bu. Polis olduğuna inanmıyorum. Polise yarıyacak taşkınlıklar, aykırılıklar yapabilirsin.
Nâzım, geldiğinden çok içerlemiş olarak gitti. Arkasından üzüldüm. Mizacı onu taşırıyor. Ama ben ne yapabilirim? Her şeyi, her yerde uluorta yayıyor. Bir yol çıkmaza girdi.”
“ Bir de “Marksizm Kalpazanları Kimlerdir?” kitabımda geçen bir cümlelik satır üzerine Nâzım köpürmüştü. Orada Nâzım’ın burjuva sosyetesindeki durumuna iki sözcükle dokunuluyordu.”
Kıvılcımlı, 1936’da yayınladığı kitapta şöyle der:
“Türkiye’deki Marksist harekete sürtünüp geçen tipler arasında, bir de Nazım Hikmet gibileri vardır. Bunlar burjuva toplumundaki kimliklerini, konumlarını, Marksizm kılığına bürünerek elde ettiklerinden, bu kılıktan bir türlü ayrılamazlar. Şair Nazım Hikmet’in şiirlerle vermek istediği “sözde Marksist” şekli, eğreti bir gömlek gibi soyup atınız: Altından, Babıâli kaldırımlarında her dakika rastladığımız bir küçük burjuva şairliği fırlayıp çıkacaktır. İşte Nazım’ın bazı radikal “Marksist” terimlerle sahnede yürütmek isteyişi, hep o “edebi kimliği”ni maskeleyerek mistikleştirmek ve korumak kaygısındandır” (25)
( Bu noktaya Emin Karaca’nın kitabında da değinilmiş (26)
“ Kitapta sırf Kerim Sadi eleştiriliyordu. Parti’den, Şevket Süreyya ve Nâzım Hikmet için niye susulduğu soruldu. Konuların ayrılığını bildirdim. Yoksa, “Kadronun Kadrosu” diye yazdığım uzun eleştiride, Şevket kalpazanı yerine oturtmuştum. Şimdilik zihinleri
karıştıran Kerim Sadi idi. Onu temizlemek aktüalite idi. Gerekirse gerekçeli “Kadronun Kadrosu” yayınlanırdı.
Nâzım’a gelince, onun hakkındaki fikrimi herkes, biliyordu. Şairdi. Pişmandı. Üzgündü. Bir tolerans payı bırakmakta yarar olabilirdi.
Israr edilmiş: “Hiç değilse bu iki adam için birer satır konulsun”. Biblioteğe yeni kattığım Böcür’gil de o kanıdaydılar. Bir oyum vardı, formelman. Çoğunluğa uymamak harcım değildi.”
1936 yılının son günleri yine tutuklamalar. 1 Ocak 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesi yazıyor haberini ve yanında bir fotoğraf. O hepimizin bildiği, TKP tarihiyle az da olsa haşır neşir olanların anımsayacağı, bildik fotoğraf. İki Hikmet, Nazım ve Kıvılcımlı birbirlerine kelepçelenmiş, “ Maznunlardan Nazım Hikmet ve Doktor Hikmet tevkifhaneye giderlerken” (27) Kıvılcımlı’da yazar bu manzarayı. “ Kimi “Saltanat”, kimi “Salamuna” arabası denilen berbat kırmızı hapisane arabası gelmemiş. Yayan Babıâli’den geçiyoruz, yokuş yukarı. Nâzım bitişik koluyla kolumu havaya kaldırdı:
– Görsünler, Hikmet… Kelepçe bizi gene birleştirdi. İstediğimiz denli ayrılalım.”
“ Gece, birinci tevkifhane koğuşuna itildik.” Konuşurlar. Nazım her zaman ki ısrarı ile sormaktadır, kendisinde neleri eleştirdiğini. “ – Sana söyleyebileceğim iki şey var Nâzım: Bir: Genel olarak Komünizm senin can damarındır. Ondan koptuğun gün: Babıâli
kaldırımında sürüsüne bereket, her gün yüzü fışkırıp, yüzü silinen,ciğeri beş para etmez kelime hokkabazlarından biri olursun.Yani, yok olursun.”
“ “İnkılâpçı Münevver“de de dokunmaya çalıştım. Bir insan Enternasyonal değer olmak için, her şeyden önce Nasyonal:Kendi milletinin yüzde yüz malı olmalıdır. Her ükede aşırıca bilinen genellikleri Türkçe sözcüklerle tekrarlamak, ne denli ustaca becerilse,
ne milli, ne uluslararası bir yaratış sayılamaz.”
Cezaevi günleri başlar. Birliktedirler. Komün kurulur. Ama…
“ Anlaşıldı. “Yüksek” edebiyat ve ideoloji göklerinden yeme içme tabanına düştük mü: İdealizm, sosyalist eşitlik, hiç değilse adalet aksıyor. Oğlan bol alışmış. Fedakâr görünüşü altında fena halde boğazına düşkün, hattâ pisboğaz. Her gün de mide fesadından ölecek.”
Nazım spor yapmaz, hareketsizdir, yürümeyi bile sadece şiir yazarken yapar. Cezaevi koşulları, Kıvılcımlı maddi olarak çok sıkıntı içindedir, Elazığ dönüşü, Teyzenin tekke odasından ayrılmışlar, Kasaposman Sokağı 14 numaraya kiraya taşınmışlar, daha rahat çalışabilmek için. Kullanmadıkları bölümleri kiralayarak ay sonunu getirmeye çalışmaktadırlar. 4 kadın vardır evde. Haminne, öğrenci olan evlatlık, Teyze ve Anne. Anne artık çalışamıyor, tek teyze çalışıyor. Komün, Münire annenin bulup buluşturduklarıyla dönmektedir, tıkanır ve dağılır. Nazım’dan katkı istendiği an. Durum şudur: “ Nâzım benim sırtımda, ben annemin, annem, haminnem, evlatlık hep birden yaprak tütün işçisi Seher Hanımın sırtındayız. (Bana hekimlik yaptırtılmıyor!)” herkesi sırtlayan cefakar kadın Seher Teyze ise: “ her sabah namazı Sultanahmet’ten Cibali tütün deposuna yayan gidip gelerek alabildiği yaprak tütün işçisi ücreti” peşindedir.
Tahliye olunur. Önce kıvılcımlı, Nazım daha sonra. Hiç haber çıkmaz Nazımdan.
Kemal Tahir’i tanımaz Kıvılcımlı, adını, Namık Kemal üzerine hazırladığı bir röportaj için Kıvılcımlı’dan yazı istediğinde duymuştur. Yazıyı gönderir, ama her ne ise yazı yayınlanan kitapçıkta yoktur. Diğer tüm yazılanlar Namık Kemal’i yerden yere vuruyorlar, Kıvılcımlı şöyle yazmıştır: “ Namık Kemal’i, Rusların “Miras” dedikleri filozoflarına benzetiyordum.
Devrim Tarihimizce Namık Kemal’i ikiye ayırıyordum:
1- N.K. Sistemi, zamanı geçmiş fikirlerdi; 2- N.K. Üslûbu, zamanının istibdadına karşı çekilmiş kılıçtı. Bu devrimci kılıç, şimdiki devrimciler için de geçerliydi. Son cümlem şöyleydi: “Bugün yaşasaydı, Namık Kemal Marksist olurdu.”
Besbelli, benim Namık Kemal’e sövmeyişim, “Sol” üstadın hoşuna gitmemiş. Çömez Kemal Tahir de yazımı, “yer kalmadı” bahanesiyle atlatmış.
Sürüyle sağcı yazara yer bulunurken, ikiden fazlayı geçmeyen sol yazarlar arasına benim sokulmayışım, bana “Nazımane” bir iltifat gibi gelmişti.”
2.8.71 (Pazartesi)
“ Ben “dilekçe” kadar kısa bir not yapacaktım. Dalınca ipin ucu kaçtı.”
…………………….
Nâzım için bütün söyleyeceğim belki de asıl bundan sonra gelen Donanma Davasıydı. Başlayınca, onun karakteristiğini olaylarla süslemeden edemedim. Olmuşları oldukları gibi vermezsem, gelecek kuşaklara haksızlık ederim.
………
Nâzım kendini hiçbir zaman anlamadı. Ben, psikiyatri ve derinlikler psikolojisi bilen adam, onu çok iyi anlıyorum. Kanser yarı belimden aşağısını yok ederce kemirirken, sırtüstü
yatarak toplayabildiğim bütün enerjimle henüz dokunulmamış bulunan beynimi sağmazsam, ihanet etmiş olurum. Üsküp’ün Bristol Otel-Batakhanesinde, kan içinde, her saat başı klozete koşarak sonuç beklerken bu satırları karalıyorum. Provokasyondan ödü patlıyan Nâzım, o elinde olmayan sinik korku hastalığıyla, en korktuğu şeye Donanma Davasında düştü. Bu düşüşü, inanılmaz bir tarih cilvesiyle pek abrakadabran bir diyalektik sağladı. Nâzım, provokatörü olduğunu saklayamadığı bir davanın eşsiz kahramanı gibi piyasaya sürülmeyi bildi. Şimdi ben de mi “edebi” eşeklerle birlikte yalan zorlayayım?
…….
Daha iki üç yıl kötürüm ve kanayarak süründükten sonra ölüme hekimce mahkûm bir kanserli. Kendime aşırı zulüm getirdi bildiklerim. Yazmak, şu an için zulmü
katmerlendirmekten başka sonuç veremez. Hele bu satırlar yayınlansa, belki uluslararası aydın vb, küçükburjuva “Mukaddes isyan” ları ile taşa tutulurum: Ne kötü insanmışım meğer!
Gene de ben, it gibi yalan söyleyerek baş tacı olmaktansa, parça parça kan pıhtılarıyla kan işeyerek sürünmeyi seçtim.
“Alın yazım” bu. Onu yadırgamıyorum. Başka türlü yapamam. Görev anlayışım: Türkiye’de hareketi bu denli soysuzlaştırabilenlerin içyüzlerini suratlarına vurmak ve hepsini rezilliklerinin çarmıhına gerip teşhir etmektir.
Belki o zaman, son gelenler daha utançla kendilerini kollarlar. Pis ve saçma böbürlenme keyifleri için koca bir insan yığınının kurtuluşunu, güdermiş gibi görünüp, baltalamaktan çekinirler. Bu umutla yazıyorum. Ölünceye dek.
Nâzım ölmüş, ne ise odur. Ben de ölmüşüm, ne isem oyum. Nâzım’ı veya ötekileri ve kendimi, bu yazılar olduğundan başkaya çeviremez. Herşey gelecek içindir. Geçenle geçmişiz. Niçin bizden sonrakiler, daha doğru, daha güzel yaşamak için, başımızdan
geçenleri olduğu gibi görmesinler?”
Donanma Davasından önce son görüşmelerini anımsar. Nazım İpek Film stüdyosunda çalışıyor. Döneme bakarsak, Atatürk ölmeden ölüm döşeğinde, toprak reformundan bahseden İsmet İnönü gözden düşmüş, Celal Bayar Başbakan. “Bunu beklemiyor değildim. Hattâ “Emperyalizm” kitabımda, yazılı olarak daha 1935 yılı, Bayar’ın 1937’de olduğu gibi, Türkiye Ekonomi ve Politikasının başına buyruk olacağını yazmış, 1950 DP saltanatını sezmiştim”
Kıvılcımlı, “Demokrasi: Türkiye Ekonomi Politikası”nı yazmıştır ve cebinde baskıya hazır hali ile Nazım’a uğrar. Nazım film stüdyosunda, elinde makas filmleri kesip biçiyor, propoganda amaçlı bir filmdeki İsmet İnönü’nün konuşmasını temizliyor. Film “– Kayseri Kombinasının açılış töreni.
Kayseri Kombinası, Sovyetlerin Türkiye’ye ilk büyük dokuma sanayiini, faizsiz, şartsız, 20 yılda malla ödenmek şartıyla hediye ettikleri Fabrika kurumlardan biriydi. Onun açış törenini İsmet Paşa yapmıştı………O ayrı konu. Bizim uslu çocuk Nâzım, sonra İstanbul Tevkifhane locasından Cumhurbaşkanı olmuş İsmet Paşa’ya eliyle yazdığı dilekçede:
“Ötedenberi, sizin sanayi kurma girişiminizi desteklediğim için, Komünistler, aleyhimde: “Nâzım Hikmet İsmet Paşa’nın uşağıdır” diye beyanname dağıttılar’ diyeceği İnönü’nün, Kayseri Kombinasını açışında söylediklerini şimdi sansür ediyordu!” Dönemin ruhuna kesin mutlak biat-itaat!
Bu arada ünlü 1938 Donanma Davası örülmektedir. Öncüsü Kara Harp Okulu olayı olaral 37’de tezgahlanmıştır zaten. Polis takibi sıklaşmış, zor yıllar, dünyada Hitler faşizmi şaha kalkmış, her şey karanlığa gebe. Kıvılcımlı zor durumdadır hem maddi, hem politik olarak.
“ Günler geçiyor. Çevremdeki takip çemberi boyuna daralıyor. Kıvılcım Kütüphanesi‘ni, Cağaloğlu yokuşunun, ağır Acem Sefarethanesi duvarları altında sabah açıp, akşam kapıyorum. Yokuşun aşağıya inen dönemecindeki kömürcü dükkanı sivil polislerin nokta gibi hiç bırakmadıkları üslerden en önemlisi oldu. Kılımı kımıldatsam, kömürcü dükkanından bir baş uzanıp çekiliyor.”
“ Sonradan adını öğrendiğim, kupkuru elmacık kemikleri çıkık bir çırak, okuma meraklısı çıktı. Şişli taraflarında olacak, bilmem hangi kulübün kütüphanecisi olmuş. Bizim kitapları ve başkalarını iskontoyla bizden alıyor. Tanımadığım için fazla konuşmuyorum. Kütüphane bizim yayınlarla masrafı kapatmıyor. Sanırım “Yeşil Ölüm” gibi adlı, Emperyalist gizli silah dalavereleriyle insanlığı tehdit eden bir zabıta romanını, biraz sola rötuşlayarak adapte ettim. Forma forma satışı tutacak.
Donanma Davasında adının Kerim olduğunu öğreneceğim çırak, bu romanın büyük iskonto karşılığı dağıtımını üzerine almıştı. 1 Mayıs (1939 olmalı) [1938] geçer geçmez, çocuğun ansızın ayağı kesildi, aldığı formaların hesabını getirmedi ama korkutmuş olacaklar, ne yapsın?”
“ O sıra Akbaba’cılar, Orhan Seyfi ve ikiz ortağı coşmuşlar. “İnsan” mı, adını unuttum, aylık, kızıl kapaklı, ciddi bir fikir dergisi çıkarıyorlar [Her Ay Dergisi]. Bana da başvurdular. Parasıyla: “Edebiyat’ı Cediyde’nin Otopsisi ‘nin ikinci, asıl geniş Analitik kısmından parçalar veriyorum….Sıkışığım.Gene Akbaba’ya uğrayayım, belki bir sadaka sunarlar, gibiden
vardım. Orhan Akbaba ile dereden tepeden konuşuyoruz. Vânû’yu nasıl bulduğumu soruyor. “Kravçenko”ya benziyen adlı bir Rus yazarından hikayeler aşırdıkça iyi para kazanıyordu, dedim. Şimdi “Diktatörlükler“e ateş saçması, sermayeyi tükettiğine delalet etse gerek.”
Konuşmalar sürerken, Nazım’ın tutuklandığı haberini öğrenirler. Ankara’ya gönderilmiş.
Birkaç hafta sonra sıra Kıvılcımlı’dadır. “ Akşam üstü, yanılmıyorsam Kıvılcım
Kütüphanesini kilitlerken, bir sivil yaklaştı. Ufak bir soru için Müdüriyete dek çağırıyorlardı beni. “Ufak soru”ları pek bilirim” Aslında o siviller bütün gün Kıvılcımlı’yı beklemişlerdir. O gün tam bir gün Kıvılcımlı vaktini “ Yüksek Kaldırım’da, eski bir kitabevi deposunda, kiloyla Fransızca, Almanca kitaplar satıldığını öğrenmiştim. Kilosu, eski kâğıt fiyatına. Seç seç al. Tarttır, götür.” Orada geçirmiştir. “ – Nereye gittiniz Allahaşkına?
– Haşet Kitabevine. Ordan da Yüksek Kaldırım’da kiloyla satılan
kitapları almaya.
– Pekiy. Kitap, hadi yarım saat, bilemedin bir saat aranır. Dönülür.
Siz sabah yok oldunuz. Akşam geç vakit döndünüz.
– Çok değerli klâsiklerin eserleri üstüne düştüm. Bırakamadım.
– Öğle yemeğine de gelmediniz?
– Orada, ayaküstü bir simit atıştırdım. Açlık aklıma gelmedi.
Kitapları pek severim de…
Buna, dünyanın bütün delillerini getirsem, sivil polisi inandıramazdım.
– Evde sordum, yoktunuz. Hiç umutsuz, bir daha dükkana bakayım
dedim. Çıkıyorsunuz. Aşkolsun, bu kadar aratır mı insan
kendisini?”
Giderler müdüriyete. “ Bir işaret. Sivil polisler kollarıma girdiler. Tartaklanmaktansa çıktım. Kapı önünde çok beklemedim. Kemal Tahir getirildi. Hamdi Şamilof
getirildi. Emine, Fatma Yalçı getirildi Dertop olduk.”
Anılarını bırakır, şimdiki zamanına döner Kıvılcımlı isyan eder ve seslenir.
“ Hey! Türkiye’de başlarından bir tek kezcik yukarıda değdiğim tevkifat geçip, üç beş yıl yattıktan sonra, Dünyanın en güçlü Sosyalist Devletine kirişi kıran ve bir daha geri dönmeksizin, orada topraklarının pek az konusunu hazmederek, eşsiz Parti Lideri, örneksiz
Komünist Şef rolüne çıkan, analarından mutlu ve şanslı doğmuş iki üç kişi!
Sizleri merak ediyorum. Sizlerin merak edilecek yanınız yok. Keyfiniz yerinde. Gıcır gıcır sosyalist arabalarınız ve yetkileriniz altınızda. Merak ettiğim içlerinizin içidir.
Türkiye’de bir insan var. İçine girince 50 yıl gözünü kırpmaksızın Hareketi yürütmekte bir an ikircilik geçirmemiş. 40 yıllık mahkûmiyetine, 50 yıl sonra bir de idam cezası katılmış. Hür veya esir olarak, çeşitli işkencelerden “Azılı Komünist” diye hınçla geçirilerek,
22 yıl zindanda yatırılmış. 50 yıl hiçbir rüyasını gardiyan kâbusundan kurtaramamış. Şakır şakır kanayan kanserli hastalıkla 70’inden sonra balıkçı kayığına atlayıp engin denize açılmış. Fırtınalarında, kovula kovula, son ümitle, bir sosyalist ülkede, birkaç yıl
değil, birkaç ay dinlenip tedavi olmayı düşünmüş. Bu insan için nasıl: “Biz onu Parti’den attık” diyebildiniz? Sosyalist Devlet sınırlarından, dünkü Nazi Devletinin kucağına o insanı nasıl attırabildiniz? O insanın bir cani gibi eli kolu bağlı, her olanağı alınmış olarak püskürtülüp düşmana teslim edilmesini uygun buldunuz?
En bayağı bir siyaset suçlusu, en bayağı bir Emperyalist Devlete “Siyasi Mülteci” olarak kabul edilir. Bir yaşlı, hasta insan, Militarist terörde haksız ithamlarla boşuna yok edilmemek istemiş. Her faşizmden, terörden kaçıp sığınana iyi kabul gösterme
kararları alan Sosyalist ortama kaçmış. Böyle bir insanı, delilsiz yargısız, kapitalizme av olmak üzere geri püskürtmeyi başardınız!
Eğer Dr. Kıvılcımlı’nın suçlu olduğuna kanılı iseniz, onu gelir gelmez, en toleranssız halk mahkemesi önüne çıkarmayı düşünmek namusluluğunu ve haysiyetini olsun gösterirdiniz.
Yapamadınız. Onu anlayamıyorum. Onu merak ediyorum. Bu satırlarla onu anlamaya ve anlatmaya uğraşıyorum.
Ben ezeli kurbanım. Bu 50 yıldır tükenmemiş kurbanlığımın üzerine sizin de bir hâle katmanıza ihtiyacım yoktu.
Nâzım öldü. Onu bu durumda bir son kez daha gözlemek olmadı. Sizin neyinizi gözleyeyim?
Ben fakir çocuğu idim. Doğduğum gibi ölmek yeter bana. Saltanat sizin olsun. Ancak bu kertede küçülmeniz şart mıydı?
Anlamak istiyorum sizi. Hepsi o kadar.
50 yıl, 50 bin tür insan denedim. İçlerinden sizin gibilerin çıkacağını hiç ummadım. Nasıl çıktınız?
Onu merak ettiğimden bu satırları uzatıyorum.
Nazım Hikmet ve 1938 Harp Okulu olayına gelecek olursak, ki devamı 1938 Donanma Davasıdır. Olay, N.Hikmet’in İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siyasi Kısım Şefine telefonu ile başlar. Tarih Aralık 1937 dir. Gerek Harb Okulu olayı gerek se de Donanma Davası üzerine çok kitap yazılmış, bir çok yayın vardır. Ünlü bir davadır. Emin Karaca bu dava üzerine en çok çalışma yapan yazarlardandır, kitapları vardır, Sintinenin Dibinde, Sevdalınız Komünisttir vs..
Olayın başlangıcı Emin Karaca’dan okunabilir.(28) Askeri Mahkemeler çağı açılmıştır bu davayla birlikte. Ömer Deniz adlı Kara Harp Okulu öğrencisi bir genç Ankara’dan kalkıp İstanbul’a gelir, Nazım Hikmet’i görmeye, Kıvılcımlı’ya da gidilmiştir.
“ Ordu, geleneğin katmerli zırhı içinde dünyadan habersiz. Harbiye: Tanzimat ve Meşrutiyet duyarlılıklarını genççe seziyor. Nâzım’ın ve benim yayınlarımızı okuyanları var.
“Marksizm Kalpazanları“nda Kerim Sadi eleniyor. Nâzım’a dokunan satırcık ne ola?
Herkes Sosyalistse, aradaki tartışmalar niye? Merak ediliyor. Kalkılıyor. İki delege yola çıkıyor veya çıkarılıyor.
Biri bana geldi. Mehmetçik tipi, uslu, akıllı çocuk. Öğütledim. Gitti. Hâlâ bugüne dek, ne ben kimseye açtım. Ne kimse onu yakaladı.
Aynı Mehmetçik, Ömer Deniz tipinde olur ve Nâzım Hikmet tipine giderse, ne çıkar?
Bildiğimiz kızılca kıyamet.
Türkiye Devrimci hareketinde kişiler eleştirilirken, kimseciklere bir türlü anlatamadığım özellik burada pusu kurar.
Deniz, Nâzım’a bir sinema koridorunda rastlıyor. Aradığını bulamıyor. Bir de evine uğruyor. Nâzım yok. Hanımı genci içeriye alıyor. Nâzım gelince konuşmalar geçiyor. Nâzım kibriti çakmadım, diyor. Deniz, alevi görmese de parlamaya hazır. Ayrılmıyor.
Harbiye’li gittikten sonra, alıyor mu Nâzım’ı bir kuruntu?
Benden Mehmetçik diyeceğim gitti. Nâzım’ın Ankara Askeri Mahkemesi’ne götürüldüğünü öğrendim. Yüreğim bile fıkırdamadı. Ve yanılmadığım bugüne dek belli.
Nâzım rahat değil. Benim “Demokrasi” kitabımı bile dehşetle karşılıyor. Nerede kalmış Deniz’in içinde bıraktığı bulanıklık. Ne olabilir bu Harbiyeli ziyareti?
Zabıta romanı ile yüklü olan Nâzım’ın Şark Kurnazlıkçığı azbuz şeytan değildir. Hadi, Nâzım: sen faka basmaz Recai’sin. Çabuk davran. Yoksa, bir milyoner ahbabın seni bedava oturttuğu o kapısı otomatik açılır Apartman çatı katındaki “aile saadeti”n güme gidiyor ha!
Nâzım’dır telefona yapışıyor. Siz bilmeyebilirsiniz. Nâzım, 1. Şube’nin, Komünist Masasının telefon numarası gibi, Masa Şefinin adını da bilir. Ve Hamdi Şamilof gibi, orada özel-gizli ahbaplar da edinmiş bulunabilir.
– Niye bana bu Harbiye talebesi kılığında adamlarınızı yolluyorsunuz?
Nâzım, ağzından Deniz’e, söyleşi ısısında kaçırdığı birkaç yakıcı laf atmışsa, onları bir telefon vuruşu ile kül ederek, Komünist Masası Şefinden daha “kurnaz” olduğunu polise öğretecektir.
………….
Ok yaydan çıkmıştır. Harbiyelilerin “Komünist” aradıklarını işiten Genel Kurmay’ın etekleri tutuşur. Her kimse bunlar, ortaya çıkacak!
Bütün Harbiye sınıflarında, sözü geçen günler İstanbul’a gitmiş öğrenciler kimlerdir? Yok öyle biri. Nasıl olur? Nâzım rüya görmedi ya. Mutlak biri var. Araştırın. Sıkıştırın. Bulun. İcat edin…….
Kapalı dosyalar yeniden açılıyor. İhbar edilenler üzerinde duruluyor. Nâzım’ın ihbar ettiği günler, öğrencilerden hiç biri İstanbul’da değil. Her sabah yoklamasında mevcut çıkmışlar.
Ne var ki, Askeri okullarda sabahleyin herkesin, bulunmayan arkadaşı için benzer sesle “Burada efendim!” çektiği herkesçe bilinen olağanlardandır.
Alttan alta, Deniz’in İstanbul’a kaçamağı sezilir. Bir baskın dolaplara, yatakhanelere. Mektup. Deniz’in Nâzım’a uğradığı sırıtıyor……….
Onun için, A. Kadir’in, olayları vermekten çok şiiri ve edebiyatı, şairleri ve edebiyatçıları savunma eseri olan “Harbiye Davası” kitabında yazmaktan kendini alamadığı gibi, Nâzım, Askeri Mahkeme önünde:
“- Ben bu davada muhbirim. Nasıl mahkûm olurum?” demiştir.
Gizli Devlet zabıtlarının sakın yakılmamasını yeni kuşaklardan onun için çok rica eder dururum……
Bütün olaylar, hiç değilse son Harbiye-Donanma Davasında Nâzım’ın, -kurban da olsa- kendi “Muhbir“liğine kurban gittiğini, sonradan kahraman edildiğini gösterir. Bundan bana ne mi?
Hakkımda Parti’den atılmış olma kararı Nâzım’ca verilmişse, bunda nelerin rol oynadığını belirtmek kişisel konudur. Asıl önemli konu, böyle Kahramanlarla Türkiye’deki hareketin uğradığı sonuçlardır.”
LAZ İSMAİL
TKP tarihinde, bazı şahsiyetler bazı davalarla anılır, daha çokça da yaptıkları provokasyonlarla, polis sorgusunda verdikleri çarşaf çarşaf ifadelerle. Bilinçli veya bilinçsiz. Bir çeşit, Davaların merkezindedirler, Davalar, onların ya ihbarları, ya provokasyonları, ya polis ifadeleri ama illa ki onlarla bağlantılı olarak, tetiklenir, dallanır budaklanır ve o dönemin tüm devrimcilerini buldozer gibi ezer geçer. İstiklal Mahkemeleri, Ağır Ceza Mahkemeleri, Askeri Mahkemeler, Devlet Arşivleri doludur. O nedenle Kıvılcımlı her fırsatta aman ha Arşivleri gözünüz gibi koruyun diye binlerce kez nasihat etmiştir. Evet Arşiv yalan söylemez, öylece durur dosyalar, tarihin bir momentinde mutlak, illaki birileri onları tozlu raflardan indirecektir. Yeter ki bizler iyi muhafaza edelim. Konuya dönersek, Vedat Nedim Tör-1927 TKP Davası, Laz İsmail-1929 TKP Davası, Nazım Hikmet-1938 Harb Okulu Donanma Davası, Zeki Baştımar-1951 Harbiye TKP Davası…..
Evet 1929 TKP davasının merkezindedir, bu davayla ilgili çeşitli yayınlar vardır. Örneğin Emin Karaca’nın, “Yeraltı Dünyadan Başka Bir Yıldız Değildi (1929 Komünist tutuklaması)” adlı kitabı adından da anlaşılacağı gibi 1929 TKP İzmir Davası üzerine ayrıntılı çalışma içerir. Yine bu dava ile ilgili belgelerin toplandığı, TÜSTAV yayınlarından çıkan, “ 1929 TKP Davası” adlı çalışma da bu dava için önemli bir kaynaktır. Ayrıca Cenk Ağcabay’ın iki kitabı ( her ne kadar, ikinci kitabın birinciden çok fazla farkı olmasa da, hatta yayıncılık açısından kaynakça-dipnot düzeni açısından birinci çok daha düzenlidir), “ Türkiye Komünist Partisi ve Dr. Hikmet” ve “ Dr. Hikmet Savaşçı Bir Hayat” kitapları da bu dava açısından bilgiler içermektedir. Kıvılcımlı’nın İ.Bilen için yazdıklarını incelemeye geçmeden, belirtelim ki, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, zaman ve mekan, dönem ve mücadele çerçevesine daha iyi oturtabilmek için, gerek 29 Tutuklamaları, gerekse de Laz İsmail’in kişiliği hakkında, diğer şahsiyetler hakkında bu kitaplar önerilebilir. Dava İzmir’de başlar, İzmir’de sonuçlanır. Diyarbakır cezaevine gönderilir ceza alanlar, Kıvılcımlı daha sonra Elazığ’a nakledilir ve kendi deyişiyle Üniversiteye çevirdiği Elazığ zindanlarındaki “ Elazığ Üniversitesine” başlar. Ve daha önce belirttiğimiz gibi, 10.yıl affıyla 1933 de tahliye olur. Cenk Ağcabay, aktarıyor,(23) Erden Akbulut’un kitabından ( 1929 TKP Davası, Derleyen Erden Akbulut, TÜSTAV Yayınları, Istanbul, Aralık 2005, s.109). İzmir Ağır Ceza Mahkemesinde karar okunur. “ Karar okunduktan sonra…….. Doktor Hikmet ise kahverengi şapkasını giyerek, büyük bir itidal ile: – Hepimiz çıkarken Kızıl bir Profesör olarak çıkacağız demiş ve gülmüştür. Mumaileyhin annesi de kararı sükut ve itidal ile dinlemiştir”
27 yaşındadır Kıvılcımlı, o dönem Haydarpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniğinde asistandır.
Bu dönemde cezaevinde olan Şefik Hüsnü, 1929 Nisanında cezaevinden çıkar ve yurtdışına gider, 10 yıl sonra dönecektir ülkeye. Almanya’daki Hitler faşizminin tüm Avrupa’yı kasıp kavurması arifesinde alelacele, araya her türlü devlet ilişkileri konularak Türkiye’ye sağ salim gelmesi sağlanır. Bu dönemde Kominternin yayın organlarına yazılar yazar.
Dava 1929 Martında basit bir polisiye vaka olan “ Keçi hırsızlığı” meselesiyle başlar, yakalanan kişinin ( Ali Kamberoğlu) üzerinde TKP bildirileri çıkar, ve devamı gelir…. Konumuz bu olmadığı için geçiyoruz, isteyenler kitaplardan okuyabilir.
Kıvılcımlı başlıyor Laz İsmail’i anlatmaya:
“ LAZ İSMAİL: Üzerinde durulamayacak kertede az Türkiyelidir. 1926 [Ağustos 1927]’lara doğru, Parti Merkez Komitesi’nden Sovyet Konsolosluğu parazitleri atılırken bir konferans oldu. Konferansta, Laz şiveli, konuşurken beygir dişleri salyalar saçarak enerji izlenimi veren birisini gördüm. Adam, sağ kolunu, tam omuzundan, tıpkı Karagöz’ünkü gibi ileri geri götürüp getirerek konuşuyordu. Sözlerinin yapamadığı etkiyi bu Karagöz hareketi ile elde
etmeye çalışan bu kişiye “Laz İsmail” diyorlardı. Eleştirilerini haklı bulduğum için aramız ısınmıştı. Derken Katastrof koptu. Büyük bir provokasyonlar zincirleme patlayışı herkesi
içeriye düşürdü.
Şefikle oturup, yıkıntılar içinden sağlam kalabilmiş yapı taşlarını ayıkladık. İçeride bulunan Merkez Komitesi’nin sağlam kalmış bütün üyeleri, şimdilik benden başka bir numaralı yönetici kalmadığına karar verdiler. O sorumlulukla, çıkar çıkmaz işe giriştim.
Bana verilmiş olan “paye” gözüme sivrisinek kadar görünmüyordu. Gereken reorganizasyon tamamlandı.
İsmail’i unutmuşuz. Kendisi ortalıkta görünmediği için akla gelmemişti. Adana grevini yapanlar da ondan söz etmemişlerdi. İzmir, İstanbul ve öteki Vilayetler onu görmemişlerdi.
Bir gün, yanında kendisi gibi sarhoş (ve hâlâ körkütük), ama sempatik Hüssam’la çıkageldiler.
“Oo! Yahu, neredeydiniz siz” demeye kalmadı. Laz İsmail baklayı ağzından çıkardı. Herkes tevkifatla uğraşırken, o pundunu düşürüp “Yukarı” kaçmış.
Merkez’in mühürünü de sanırım kazdırmış. “Mühür bende, Süleyman da benim” demek istiyormuş. …….
Şefik Hüsnü içerideydi. Bir ziyaretimde konuştuk. Konferansta İsmail’in Oportünist ve Provokatör Seka’ya karşı olduğunu hatırlattım. Komite’ye alalım sonucuna vardık. Fazla içtikleri üzerinde bir şey söylemedim. Kişi özelliği………
Ne olursa olsun. Halktan bir insana benziyordu. Şamilof kadar da şüpheli görünmüyordu. Kendisinin Komite’ye alındığını söyledim. Az irkildi. O zaten Komite’dendi. Hatta “Yukarı”dan Sorumlu tayin edilmişti.
O zaman ancak dank etti. Bizim karagöz, Üstinsan’lığa gönül vermişti. Ne çıkar?
O güne dek beş altı yıllık faaliyetimizde, içimizden hiç kimsenin, böyle kendi kendisini “yukarı“dan tayin ettirdiğini, ne görmüş, ne işitmiştik.
Toplanırdık. Biri teklif ederdi. Ötekiler el kaldırdı mı, önerilen kâtip, yahut kasa, ve ilh. seçilmiş olurdu. Seçilenler, çoğu kez, arkadaşları ortasında ayrıcalı gözükmemek için çırpınırlardı.
Laz yeni bir stil getiriyordu. Hoş, o sorumluluğa bu denli istekli ise, buyursundu. Bir Komite’nin kâtipliğinde ne vardı? Ortaya çıkarsa, belki poliste daha çok dayak yerdi. Hepsi o kadar. Bu arkadaş kendine güveniyor, demek. Niçin hevesi kırılsın?
………
İsmail “yukarı“da kendisine verilen takma adı da bir gün bana bir mücevher saklar gibi gösterdi. Herkesin bir çok takma adları vardı. Ama onunki yüzde yüz “alafranga” idi. Deli, dolu, iyi, hoş çocuk. En ufak şeyde kişnerce rakkaslı gülüyor. Bir usturuplu ağır kürklü manto peydahlandı sırtında. Kadınlarınki cinsinden değil. Ama epey pahalı olmalı. Üst baş gittikçe trinkleşiyor.
………
Ürün bakımından izliyorum. Verimli değil. Komite Kâtipliğinin tadını çıkarıyor.
Bir tek yeni adam kazandığı yok…
Yalnız, İstanbul en büyük işçi şehrimiz. Laz da işçi geçiniyor. Profesyonel durumda. Parti’nin eskiden beri yetişkin işçileri dışında horozu ötmüyor……..
Şimdi, uzaktan bakınca, daha iyi anlar gibiyim. Herifçioğulları hiç böyle yemliğe rastlamamışlardı. “Profesyonellik” dalgası altında basbayağı para yiyorlardı. Her gün, sabahtan akşama öylesine içkiyi nereden bulabilirlerdi?…..
Ben de, geçim için asistanlığa sığınmışım ve birikmiş ikişer üçer aylık mahkûmiyetleri temizlemek üzere ikide bir hapisaneye dalıp çıkıyorum. O yüzden vakit kazanmak zorunda kalıyordum. Ben İstanbul Mehterhanesinde (şimdiki Adliye Sarayı arsasında) gene “son”, bir mi, iki mi aylık cezama girmiştim. Bitirmek üzereyim belayı. Formalite yetkisi değil, içten sorumluluk duygusu ile planımı yapıyorum……
Mehterhanede cezam bitmek üzere. 1. Şube Komünist Bürosu Şefi Sadullah bey gelmiş. Çağırılıp gittiğim Cezaevi Müdüriyet odasında karşılaşınca şaşırdım ve fena kuşkulandım İzmir’de bir şeyler olduğu kulağıma çalınmıştı……
Sadullah Beyi Müdüriyet odasında görünce, “Gene bir şey var!” dedim.
– Müdür bey ahbabımdır. Uğramıştım. Bir de seni görmek istedim,
Doktor. diye, gelişini yorumluyordu. Altından ne çıkacaktı?
Hoş, beşten sonra:
– Müdür Bey, dedi. Doktor Hikmet, iyidir, hoştur. Gel, bir inadı
vardır. Herkesin yüzde yüz bildiği şeyleri bile inkâr eder.
– Abartıyorsunuz.
– Abartmıyorum. Bak şimdi sana sorayım. Ama çabuk, hemen
karşılık ver: Senin bir kardeşin var mı?
İzmirli Ragıp Usta beni bizim birader Şerafettin kanalından bulmuştu. Ne yaparım?
– Bir düşüneyim! deyiverdim. Sadullah da, Müdür de kahkahayı koyverdiler:
– Yahu, insan kardeşi olup olmadığını söylemek için “düşünür” mü?
– Pekiy, pekiy dedi Sadullah, ve gitti.
Tevkifattan birçok kimselere hep onu anlatmış:
– Doktor mu? Ben böylesini görmedim. Kardeşin var mı, diye
sordum. Onu bile sakladı. “Bir düşüneyim” dedi. Bu güne dek biz
bir kardeşi bulunduğunu bilmiyorduk.
Mehterhane cezamın bittiği gün, bir formalite bahane edilerek akşama dek bekletildim Mehterhanede. Alacakaranlıkta Hapisane kapıcığından dışarı saldılar. Karşımda 1. Şube teharrileri [sivil polisleri]. Polis Müdüriyetine daha girerken ortalığın salhaneye döndüğünü
sezdim. Doğru işkence odasına soktular. Goriller masalar arasında gerilerek beni bekliyorlardı.
Hiç tanımadığım esmer, uzun boylu, kendisini beğenmiş amirleri, kendini zorlayan bir yumuşaklıkla, başında oturduğu küçük masa önündeki iskemleyi gösterdi. Hemen başladı:
– Bana, adıyla, sanıyla kan kusturucu işkenceci Ziya derler. Tanıdınız mı?
– Hayır, dedim. Sizi ilk defa görüyorum.
Oysa birkaç hafta önce bir “Polis Ziya” üstüne basında epey havadisler okumuştum. “Polis Ziya”, Mütareke yılları “İngiliz Muhipleri Cemiyeti“ne sicilli üyeliği çıkınca, Polislikten atılmış. Sanırım Yunus Nadi, Cumhuriyet’in Başyazısında, onu hemen eski görevine başlatmak için şöyle savunuyordu:
“Ziya gibi adamlar, her yere girebilirler. Hatta, ingiliz Muhipleri
Cemiyetine de. Bu onların değerini hiç alçaltmaz. Bilâkis.”
Demek o Ziya, bu Ziya imiş. Geniş Komünist avı, yeni işe başlatılan bu eski, aç tazıya yaptırılıyordu.
Ziya, gözümün içine dik dik bakıyordu:
– Şimdi tanıdınız mı beni?
– Söylediğiniz ün övünülecek şey değil.
O çevresinde “Aport” kumandasını “aleste” bekleyenlere acı acı sırıtarak:
– Yiğit lakabıyla anılır, dedi. Ne saklayayım, her mesleğin bir hüneri olur. Bunu sizden önce gelen arkadaşlarınıza gösterdik.
Memnun olunacak sonuçlar aldık. Şimdi sıra sizde.
– Buyrun.
Birden o sahte nezaket alaya döndü:
– Bak, Doktor bey! Sana “Doktor Hikmet Bey” diyorum. Bunun bir anlamı vardır. Bizce buraya gelenler iki tabakadır. Siz “Sınıf” mı diyorsunuz? Polise düşenleri de biz iki sınıfa ayırırız:
“Bir, senin gibi: Okumuş, yazmış, meslek sahibi, karakterli Efendi Takımı;
“Bir de, ipten kazıktan kopma, işsiz güçsüz, Laz İsmail dedikleri serseriler gibi Ayak Takımı…”
Bu tasnif çok gücüme gitmişti. Arkadaşlara hakaretti.
– Ben böyle bir sınıflama kabul etmiyorum karşılığını verdim.
Ziya, öksürürce güldü:
– Durun. Henüz nezaketle konuşuyoruz. Birbirimizi bozmayalım. Efendi Takımı’nı ilkin böyle karşımıza alır, sorguya çekeriz. Terslik çıkarırlarsa yatırır, hesabını görürüz.
“Ayak Takımı ise, (eliyle işkence odasının kapısını gösterdi), bu eşikten içeriye adımını atar atmaz, önce bir güzel ıslatırız. Sonra karşımıza oturtur, kuzu kuzu ifadesini alırız…
Sizi Efendi Takımından saydık. Henüz (eliyle gorillere işaret etti) kılınıza dokunmadılar. Şimdi sizinle efendi efendi mi görüşeceğiz? Sorduklarımıza doğru karşılıklar vereceksiniz? Yoksa, oyunun ikinci perdesine mi geçeceğiz? Bu size kalmış bir şey. Ne dersiniz?
– Ben sorduklarınıza bildiğim karşılığı veririm…
– Bravo! Ben de sizden onu beklerdim.
– Ancak, ben, Türkiye Cumhuriyeti Teşkilat’ı Esasiye (Anayasa) Kanununda, Vatandaşların böyle sizin anladığınız gibi Efendi ve Ayak Takımı olarak ikiye bölündüğünü, herkesin kanun dışı ayrı ayrı muameleye uğratıldığını bilmiyorum. Teşkilat’ı Esasiye’debütün Vatandaşlar muhteremdirler ve Kanun önünde eşit muamele görürler.
– Teşkilat’ı Esasiye mi? Kanun mu?
Kankusturucu Ziya önce şaşırdı. Sonra yan döndü. Soldaki pencerelerden İstanbul Vilayet Konağına çıkan büyük Sur kapısına ve yüksek Müdüriyet surlarına doğru kolunu gezdirdi.
– Burası Polis Müdüriyeti. Şu kapıdan ve Surların üstünden içeriyene Kanun girer, ne Teşkilat’ı Esasiye.
Hep birden, esirleriyle alay eden haydut kahkahalarını koyverdiler.
– Anladınız mı, Hikmet Bey? Nerede bulunduğumuzu lütfen unutmayalım.
– Ben, Türkiye Cumhuriyetinin kanunla kurulu resmi bir dairesindebiliyorum kendimi. Eğer burası Kanun ve Teşkilat’ı Esasiye’yi tanımıyorsa…
– Tanımayız!
– O zaman sizin bir Devlet memuru sıfatınız kalmaz. Bu sıfatı bulunmayanlara ise benim verecek ifadem bulunmaz.
– Hah!.. Şimdi başlıyorum. Çünkü vaktimiz kıt. Bütün dileğim, sizin efendi halinizle herşeye dosdoğru karşılık vermenizdir.
İzmir ifadelerini, onlara uygun İstanbul ifadelerini önüme döktü. Söylenmedik şey bırakmamışlardı. Başta Ragıp Usta ile “Metres” çırağı Şükrü rekor kırıyorlardı. Bunlardan bir tekine katılmak, bütün provokasyonların çorap söküğüne katlanmak demekti. Kestirdim:
– Bunlar sizin, sözünü ettiğiniz işkencelerinizin eseri.
– Yo, yo… dedi Ziya. İşkence gören de var. Ama çoğu kılına dokunmadan bülbüller gibi konuştular.
Dosyalar içinden, benimle ilgili yığın yığın örnekler okudu:
– Bunların çok azı fiske yedi. Ama kabak sizin başınızda patlamasın.Her şey açık. Bunca ifade sizi suçlarken, Mahkemede kurtulamazsınız.Bizim istediğimiz, bu işi güzellikle kapatmak.
– Madem öyledir, ne zorluyorsunuz? Verin Mahkemeye bizi.
– Olmaz öyle şey. Mahkeme en sonraki formalite. İşin içyüzü Polise aittir. Biz dosyalarımızı sağlam tutarız.
Benim sükûnetle direnişim, cellatları sabırsızlandırıyordu. Kankusturucu Ziya son bir sansasyonel şoku denedi:
– Hikmet Bey, siz, Laz İsmail’in ayaktakımı olmadığı yolunda deminden beri lehine uğraşıyorsunuz. Size, biz hiç sormadan asıl kazığı atan o Laz İsmail olduysa, gene onu korur musunuz?
– Bana İsmail ne kazık atabilir? Aramızda bir geçmiş yok ki.
– Tanımaz mısın Laz İsmail’i?
– Bir iki defa gördüm.
– Öyle, geçerken tanışma değil. Siz ikiniz de TKP Merkez Komitesinde
değil misiniz?
– Ne münasebet?
– Laz İsmail bize onu söyledi.
– Yalan.
– Hangisi yalan? Bizim söylediğimiz mi? Laz’ın dedikleri mi?
– Hiç birinin ne olduğunu bilmiyorum. Merkez Komitesi lafı isedüpedüz uydurma.
– Hepsi o kadar da değil. Laz İsmail bize öyle şeyler anlattı ki,hepsini saysam aklınız durur.
Susuyordum.
– Hele bir tanesi var. Doğru sizinle ilgili. Çok enteresan.
– Benimle ilgili ne?
– Siz, Komintern kararı ile Laz İsmail’i Merkez Komitesinden atmışsınız.
– Ben mi?
– Laz bunu söylemekle kalmadı; yazdı, altına imzasını da attı.
– Kuyruklu yalan.
– İnanmıyor musunuz?
Ziya, kendinden son derece emin bir rahatlıkla:
– Bunu şimdi ispat etmekten kolay bir şey yok. Önce Laz’ın ifadesini göstereyim. Kanaat gelmezse, başka ispatım kapıda bekliyor.
Kankusturucu, ardındakilerin yardımı ile, dosyada İsmail’in sayfalarını buldu. İlgili yeri önüme uzattı:
– Oku, Hikmet Bey. Kendi gözlerinle gör. Benden işitme.
Satırları okudum. İsmail, gerçi Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesine dek yükseldiğini, bir çeşit övünçle anlatıyorsa da, Doktor Hikmet’in kendisini (Laz’ı) Komintern kararı ile Komite’den attığını, bu bakımdan artık Partili bile sayılamayacağı anlamına
gelen şeyleri sıralamıştı.
– İmzasını da gördün mü Laz’ın, Doktor? Herhalde tanıdın.
– Okudum. Ne yazısını, ne imzasını tanımam. Uydurma olabilir.
– Ee… Şimdi de bize iftira ha?
– Burada geçenler, benim herşeye şüphe ile bakmamı gerektiriyor.
– İmza açık. Öyle çetrefilini biz uyduramayız. Gerekirse mahkeme istiktap [kontrol için yazı örneği alma] yaptırır. İmzanın taklit olmadığı ortaya çıkar.
– Ben Mahkeme değilim. Bildiğim, burada yazılanların acem düzmesi bir kuruntu olduğudur. Aklı başında kimse böyle saçma, olmamış yalanları ortaya atamaz.
Aslında imzanın İsmail’e ait olduğunu farketmiştim. Yalnız, o sözü geçen “Komintern Karar> ile İsmail’i Komite’den tardetmek” nereden çıkarılmıştı? Öyle bir şey gerçekten olmamıştı.
Ziya yüzümdeki çizgileri okuyordu.
– Nasıl? dedi. Bunu biz nereden bilir, uydururuz?
– Ama yok öyle bir şey ki.
Ziya, kızmışça .
– Senin yokların bitmedi… diyerek, kapı yanındakilere haykırdı:
– Getirin şu hergeleyi de bu adam kulağı ile de işitsin.
İsmail tökezleyerek eşiği atladı. İşkenceci başı, ona sertçe seslendi:
– Dur olduğun yerde. Çabuk anlat. Doktor Hikmet seni nasıl attı Merkez Komitesinden?
– Komintern kararıyla… gibi karışık Laz şiveli cümleler geveledi. Bu iddiayı yaptığı belliydi. Uyduruyordu. Sordum:
– Nerede, ne zaman olmuş bu iş?
-Kadıköy vapurunda… dediler. Ziya ayağa kalktı:
– Hadi, defedin şunu.
İsmail getirildiği gibi götürüldü. Eziyet çektiği açıktı.
– İnsanlıktan çıkmış, dedim. Ne söylediğini bilmiyor. Dayaktan kurtulmak için aklına geleni uydurmuş olacak. Böyle alınmış bir ifadeyi ben nasıl kabul edebilirim?
Oda cellatları birbirini tamamlarca çığırıştılar:
– Yüzüne karşı söyledi… Bu hâlâ diretiyor.., Yüz buldu. Efendi dedik ya……”
Ve akabinde akıl almaz işkenceler başlar, Kıvılcımlı direnir.
“ Kendin istedin. Yatırın!
Küçük bir boğuşma geçti. Yırtılma sesleri arasında, içleri kor ve dağlama aletleri dolu mangallardan biri devrildi.
– Dikkat edin. Müdüriyeti yakacaksınız.
Kendimi, on kişinin karga tulumbası ile havada, sonra pis, kalın, aralıklı taban tahtaları üstüne vurulmuş buldum. Fazla debelendirmeden falaka mavzeri ayaklarıma sıkılmış,
göğsüme, kollarıma, başıma ayrı ayrı cellatlar çökmüşlerdi. İçimden: “Demek böyle öleceğiz!” geçti. Son çabam tükenmişti. ……
Ölümün bu işkencelerden acı olmayacağını düşünüyordum….
Meşe sopaları tabanlarıma aralıksız ve acımaksız inip kalkıyordu. Ciğerimi koparan acı, sopa sayısını unutturuyordu… Bu daha ne kadar sürerdi? Saçlarım yolunuyor. Göğsüme oturanlar beni boğarca ağırlıklarını aktırıyorlardı. Halâ niye ölmüyordum? Dişlerimi sıkıp susuyordum. Bu köpeklere bağırışımla zevk vermek istemiyordum. Çığlıklarım ağrılarımı, çatlayışımı azaltmayacaktı. Düşmanlarımı sevindirecekti….
Gece yarısı bir daha çağrıldım…
– Laz İsmail, bülbül. Senin onu Komintern kararı ile Parti’den bile attığını tekrarladı.
– Parti’de değilim. Ama, gizli de olsa bir siyasi Partiden bir adam başka bir adamı atamaz. Tüzüğü vardır. Organlarının kararı olur.
– Komintern kararını sen ona tebliğ etmişsin.
– Yalan olduğunu ispat et.
– Yalan nasıl ispatlanır? O söylediği doğruysa, ispat etsin.
– İki kişiymişsiniz. Kadıköy vapurunun yan kamarasında… denir
denmez, kafamda bir şimşek çaktı.
Epey önce, bir gece, uzak İşçi toplantısından geç kalmıştım. Asistanlığını yaptığım Raşit Tahsin Hoca Kliniğini bu kadar boş bıraktığıma üzülüyordum. Son vapuru kaçırmıştım….
Ansızın, arkamdan birinin omuzlarımı tuttuğunu duydum:
– Amma dalmışsın Doktor!
Bu Laz İsmail’di. Her zamanki zengin cakalı kürkünün kalkık yakası içinde, yüzü her zamankinden daha ciğer rengi, iri beygir dişleri her zamankinden daha açık. Çakır keyif. Heyecandan sarsılıyor…
O gece, saat bire doğru, yarım yamalak “Şirket’i Hayriyye” düldülüsü çıka geldi..”
Vapura birlikte binerler, kimsecikler yoktur, konuşmaya şakalaşmaya, gülüşmeye başlarlar.
“ 27 yaşımdayım. Uçan kuşa bir alay kulpu takıp şakaları zincirleme
yürütüyoruz… ….Diyoruz ve hiç aksamasız, durmadan karşılıklı gülüyoruz, bire gülüyoruz. İsmail’in hiç de taklit olmıyan su katılmamış Laz-Gürcü şivesi, neşenin tuzu biberi oluyor.
Yol yarım saat mı, üç çeyrek mi sürdü? Vapur, gıcırtılı kaburgalarını son bir çabayla karaya vururca Haydarpaşa iskelesine toslamasa, biz halâ katıla katıla güleceğiz.
Ben fırladım.
– Hiç bu geceki kadar gülmemiştik. Vardır başımıza yakında bir şey gelecek! diyerek güle güle ayrıldık. İsmail Kadıköy’e gitti. Oğlanın o zamandan kibarlığa hevesli olduğunu şimdi düşündüm. O zamanki Kadıköy (hâlâ da az çok öyledir): İstanbul kibar tayfasının yatağı idi.
Takipten bir saniye kurtulduğumuz yok. O gece de peşimizden gelen raporunu vermiş. İsmail’e sormuşlar: -O gece yarısından sonra, Doktor Hikmet’le Şirket vapurunun
özel kamarasına kapanıp neler konuştunuz?
O da başka karşılık bulamamış, Komintern kararı ile Doktor Hikmet’in kendisine Parti’den tard edildiğini bildirdiğini söylemiş. Durumu anlayıp gözüm önüne getirince, İşkenceci Ziya Beye daha büyük bir tiksintiyle döndüm:
– Siz o yalana nasıl inanabiliyorsunuz?
– Laz, tıkır tıkır söyledi.
– Olur. Sıkışmış. Uydurmuş. Ama sizin teharri memurunuz neredeyse,lütfen çağırın. ….”
“ Laz İsmail kendisi de poliste neler yediğini çok iyi bilir. İzmir Ağır Ceza mahkemesinde: “Çelikleri elektriklenmiş New York” diye Nâzım’dan kapma şiir nutukları çekmeye kalkınca,
Mahkeme Başkanı:
– Onu bırak, demişti. Sen Poliste verdiğin ifadeler için ne diyorsun?
– Efendim, onlar işkence altında, zorla imzalattırılmıştır.
– Zorla mı? İnsan zorla da olsa böylesine birbirini tutar geniş ayrıntılı olayları nereden bulup dizer?
– Polis aklına geleni yazmış. Bana imzalattı zorla.
– İyi. Polis’in yalnız sana mı kastı vardı? Burada şu kadar maznun var. Onlar içinde Doktor Hikmet de “Eşkiya mağarasına düşmüşçe” işkence gördüğünü söyledi. Onun Polis ifadesinde senin söylediklerinden birisi yok… Zorsa, Polis sana da zor kullanmış,Doktor Hikmet’e de zor kullanmış. Sen söylediklerine imzanı atmışsın.Doktor Hikmet atmamış. Bu işin içinde bir iş var. Ne dersin?
İsmail yeniden: “Hayatını Proletarya davası uğrunda harcamak için, Poliste öldürülmekten kurtarmak istediği” yolunda parlak nutuklara kaçtıydı.
Cezasını bitirir bitirmez sıvıştığı yerden 35 yıl dönmedi. O yer
“Proletarya” vatanı idi. Ve Laz ismail sahiden hayatını oraya “vakfetmiş“tir.”
Kıvılcımlı’nın anlattığı mahkeme sorgusunda geçenler aynen belgeler de ( mahkeme zabıtlarında) de vardır. 1929 TKP Davası kitabından aktaran C. Ağcabay (30) kitabında bunu yazmıştır. Laz İsmail hakkında son birkaç not. Atilla Akar’ın “ Eski Tüfek” Sosyalistler kitabında (31), Sovyetlerde sürgünde ölen Salih Hacıoğlu nun ölümü üzerine notlar vardır. Bu ölümden İ.Bilen in sorumlu olduğuna dair. Bunu doğrulayan başka kaynaklarda vardır.
(Yazının sonundaki Z.Özdoğan’ın mail i)
ZEKİ BAŞTIMAR
Zeki Baştımar’ın, merkezinde olduğu dava ise 1951 TKP Harbiye tevkifatıdır. Yine hakkında bol miktarda araştırma-yazı-kitap-roman yazılmış bir davadır. Ünlü simalar yargılanmıştır, TKP’ye büyük darbe vurmuştur. İçinde doğrudan polis muhbirlerin olduğu –Teyfik Dilmen gibi-, provokasyonların bol bol olduğu bir davadır. Yine göz göre gelmiştir, tedbirsizlikler manzumesidir. Daha sonraki mücadele tarihinde yer alacak şahsiyetler bu davada yer almıştır. Zeki Baştımar’ın Mit ajanı olduğuna dair bir çok söylenti, söylentiden öte tanıklıklar olmuştur. (32) Mit ajanı olup olmadığı bilinmese bile, kendisi bu işlere bulaşmayacağı sözü karşılığında devlet memurluğunu almıştır. Rasih Nuri, Vedat Türkali, Mihri Belli açıklamaları. Poliste sayfalarca (173 veya 177) ifade vermiştir, her satırında bir partiliyi ihbar etmiştir. (Mihri Belli, Milliyet, Anılar dizisi, Haziran 1989)
Kıvılcımlı, Zeki Baştımar’ı yazar:
“ ZEKİ: Kendisi, sanırım üç beş yıl önce Çekoslovakya’da, Türkiye’den gezici olan bir gence, beni kastederek, ilk ağızda, sormuş: – Doktor ne yapıyor? Benim için ne diyor? Sonra, bir şey sezinerek olmalı, ilave etmiş: – Ama, Doktor beni bilmez ki. Tanımaz.
Aslında bu sözün gerçek payı var. Ben kendi işim sırasında, kendi deyimiyle Zeki’yi pek az tanırım. Onu hiç bilmem denebilir mi? Kaç yıl önceleriydi? 30 yılları mı, hiç kestiremiyorum. Bir karanlık gecede, takma adını hatırlıyamadığım, ama nedense bana, gerçek adıyla hep Zeki imiş gibi gelen bir delikanlı beni bir yerlerden almış. Sanki Haliç üzerinde, -Köprü’den geçmemiz sakıncalı olduğu için miydi, hatırımdan çıkmış,- bir kayıkla karşı tarafa, gizli bir toplantıya götürmüştü. Yanılabilirim. Belki o bana yol gösteren kişi Zeki’den başkası idi. Bana karşı, “eski, çok çekmiş” bir yoldaşa karşı gösterilen, saygı gözetme duygulu geldi o delikanlının davranışı…
1950’lere doğru, gazetelerden mi, neredense bir Zeki Baştımar adı kulağıma çalınınca, nedense o tipi gözüm önüne getirdim…
En son 1951 Harbiye Tevkifatı, Zeki’nin adını birdenbire ayrıcalandırdı. Hem de umulmaz bir terslikle abarttı. Tevkifatın bütün yükü onun beceriksizliğine ve ilh. yükleniyordu.
Zeki de sanki, o Tevkifatta kabartılanacak yüzünü, bana daha önce tanıtmak isterce, iki kez üstüste karşıma yahut yoluma çıktı.
1. karşıma çıkışı, hatta dikilişi Fatih’te oldu. Her zamanki gibi, bilmem nereden, anacığımın evine 2. mevki tramvayla dönüyordum.Millet Kütüphanesinin tam karşısına düşen son durakta tramvaydan atlar atlamaz, karşıma birinin ansızın dikildiğini ve yolumu kestiğini gördüm. Bu, o hayal meyal seçtiğim gece rastlantısının insan tipi idi. Göz göze gelince:
– Beni tanıdınız mı? dedi. Yoksa Polis miydi bu adam? Gideceğim yeri biliyor. Ne istiyor benden? gibi acele zihin filmlerinden sonra:
– Evet karşılığını verdim. Onu bir yerden tanıyordum. Birinci Şubeden mi? Yoksa şüpheli bir Parti serüveninden mi? Kestiremiyordum….
Yoksa, Poliste berbat bir yıkılış geçirdikten sonra, benim gibi “Eski” leri Polis adına bir yoklama yapan kuşkulu eleman mıydı? Karar veremiyordum. Neden bu iki taban tabana zıt izlenim altında kalmıştım? Şimdi bile kestiremiyorum. Onun bana, ansızın herkesten yakın olmak isteyişi, senli benlilik miydi? Bunu hiç sevmezdim…
Şu an aklıma geliverdi. Bana Zeki’yi daha önce yüzde yüz polis olarak uzun uzun yeren birisi olmuştu. Bu, bir zamanlar Fransız olan Telefon Şirketi müfettişlerindendi. O görevi, işçi meselesi yüzünden sona erdirilince, benimle devrimci dövüşe atılmak üzere sıkı temaslar yaptı. İşçi meselelerinde “her emrimi” yerine getirmeye hazır olduğunu söylerdi. Bu, güzel Fransızca konuşur, çelebi İstanbul çocuğu Ferit’ti…”
Ferit Kalmuk, 1929 davasında tutuklanır, yargılanır, ceza alır. Abidin Nesimi’ye tanıklıklarını anlatmış bu dava üzerine bilgiler vermiştir. (33)
“ Ferit, büyük İzmir Tevkifatında hayli sallanmıştı. Ama, örneğin Laz İsmail kadar ayrıntılı provokasyonlara düşmemişti. Orta bir militan gücü ile durumu kurtarmıya çalışmıştı. Gık demeden mahkûm olmuştu. Veremli darlığında incecik büstü, hafifçe kambur hastalıklı
ince uzun endamı ve hep süzgün-bezgince bakan, herkesten tolerans bekliyen iri bakışları ile pek sıhhatli bir insan değildi. Buna karşılık, kasırga önünde kırılmadan eğilerek, fırtına geçer geçmez dimdik kesilen inatçı, medeni cesareti pervasız bir komünistti…
Ferit, babasının hatırı için ve hastalığı yüzünden Manisa’ya nakletmiş. Adam karısına da aşık (dünyanın belki en güzel şeyi). O aşk ve nakil yüzünden Laz İsmail (Hüsamettin’i de sürükleyerek) Ferit üzerine durmaksızın kışkırtmalar yağdırdılar……
Benim, Marksizm-Leninizm’i “Alfabeden başlayıp cebr’i alası na dek” etüd etmem; hem 6 nüsha yazılı beş on kitabı Türkçeye kazandırmam; ayrıca beş on kitapla da Türkiye’nin orijinal ilişkilerini işlemem; derslerden başka “Zindan” adlı Hapisane gazetesinde
çocuklara ekzersiz yaptırmam… nice “Partili” erbap kişileri çileden çıkartmıştı.
O badireyi (5 yıllık cezayı) bitirdik, çıktık. Parti, ahbap çavuşların primitivizm batağında. Laz ortalardan kayıp. Bize Marksizm Biblioteği yayınlarının hesabını, (şimdiki Tarihsel
Maddecilik yayınlarının hesabı gibi), Askeri Mahkemede 15 yıl hapis ve sürgünle ödettiler. Kim Laz İsmail’i düşünecek? Meğer Efendi Moskova’ya kurulmuş. Kendisini bir daha Türkiye’ye dönemez kılıkta “Yorumculukla sergilemiş. Belki alttan alta sistemlice eskileri aşındırmanın tuzak ve ağlarını germiş. Belki Laz Zeki’yi de öne sürmüş.
15 yıllık ceza sonunda İstanbul’a döndüğüm zaman, Ferit, büyük bir eziliş içinde, ağlarca bütün bunları bana tekrar tekrar saydı döktü. Hele Zeki için “yüzde yüz polis” olduğunu “ispatlar” nice delilleri anlatmakla bitiremiyordu. Ferit, bitkin durumuna rağmen, 1945-50 arası İşçi Sendikaları, Emekçi Partisi, Parti gazetesi ve yayınları için inanılmaz güç
göstermiş. Sorsam birşey söylemiyordu. Yalnız Sendikacılığı benden öğrendiğini, iki kişinin önüne çıksa, iki laf etmeye gücü yetmezken, benim gösterdiğim yollardan ve tekniklerden yararlanarak onbinlerce işçiyi rahatça güder, grevleri başarır olduğunu hatırlatmakla
yetinirdi….
İşte o Ferit, Kırşehir dönüşümde beni her yakaladıkça, bu Zeki işini üst üste ve önemle açar, belgelendirir, tekrarlamaktan bıkmazdı. Kimdi Zeki? Soyadı Baştımar. Hiç tanımıyordum. Parti’de bir rolü olabileceğine de inanmadığım için üstünde durmuyordum:
Sonra gördüğü, bildiği delillerini ayrıntıları ile sayıyordu. Yazık ki o söylenenleri bir evham, yahut kişicil antipatiye bağlanık sayıyor ve dikkatle not etmiyordum. Ferit, hiçbir kişi alış verişi, Zeki’yle geçmişi olmadığını yeminle teyid etmekten de geri kalmıyordu.
Tramvayda, şurada, burada görmüştü gözüyle Zeki’yi. Farkettirmeden izlemişti.”
“ 5.8.71 (Perşembe)
….Bir daha ancak 167’ler davasının dedikodularında, zabıtlarında Zeki Baştımar’ı izleyecektim. Zabıtlar çok şaşırtıcı. Hiç kimse Zeki kadar uzun, ayrıntılı bilgi
vermemiş Polise. Zeki, belki boğazından geçen lokmanın bile hesabını dökmüş. Okur okumaz: “Bu tevekeli bir ifade değil” dedim.
Sanki Polise yaranmak isteniyordu…
Çekoslovakya’da iken, benim kendisi için ne düşündüğümü sorduğu genç, sanırım o ifade üzerine olumsuz izlenim taşıdığımı söylemiş. Zeki şu yorumu yapmış:
– Onların hiçbirisi söylenmesinde sakıncalı şeyler değildi.
Şimdi ifadenin aslı yok elimde. Ama, gizli polise o denli çok malzemeyi vermenin doğru olacağına gene de kanı beslemiyorum….
Şefik-Reşat grubu, o zaman en sorumlu ve yetkili kadro. Zeki, Organizasyon Sekreteri. Polis fırtınası geçip de, herkes Harbiye’de
toplanınca, Şefik grubu Zeki’ye soruyorlar:
– Ne söyledin Poliste?
Sorguya ve Mahkemeye çıkarken herkesin az çok ne söylediği bilinecek ki, ona göre ayarlama ve savunma yapılsın. O tabii soruya Zeki, göğsünü gere gere:
– Hiçbir şey söylemedim diyor.
Bir de Mahkemeye çıkarken dosyalar gözden geçiriliyor ki, ne geçirmezsin? Zeki’nin tek başına ifadesi bir küçük Roman doldurur. Okuduğum özeti bana da öyle geldi.
“Bu ne?” denince, Zeki vurulmuşa dönüyor. İşkenceden, sakıncadan söz ediyor. Bütün açıklamaları, arkadaşların büyük çoğunluğunu büsbütün kuşkuya düşürüyor.
Varılan genel kanı şu: Zeki’ye polis vaadetmiş olmalı:
– Sen bütün bildiklerini bir şey saklamaksızın yaz. Biz onları gizli dosyamızda saklarız. Parti arkadaşlarına göstermeyiz. Sen hiçbir ifade vermemiş gibi, gerekirse iki üç satırlık zabıtla mahkemeye çıkarsın. Kurtulursun….
Buraya dek, 167’lerden hepsi, Şefik Hüsnü grubu da, Zeki’yi (kendi verdikleri ifadeler bakımından) kendilerine daha yakın görenler de söz birliğindeler: Zeki polisçe tuzağa düşürülmüştür. Polis, 167 kişiyi en kolay mahkûm ettirmeye elverişli bulunan Zeki’nin dallı budaklı uzun serüven ve faaliyet hikayesini, Mahkemeden saklayamazdı. Ve Zeki, böylece, okka altına gitmişti. İki taraftan en sözüne güvenilir olanları dinledim. Bu sonuca
vardım. O sonucun mantık neticelerine varan yorumlara gelince, Şefik grubu ile Zeki taraflıları birbirlerinden ayrılıyorlardı…
Şefik Hüsnü grubunca, Zeki, ahmak veya Zeki’den önce, verdiği ifadeyle bilinçli provokatördür. Aptallığından polis tuzağına düşen, dayağa dayanamayıp kusan birisi, kustuklarının mahkeme önüne çıkmamazlık edemeyeceğini olsun bilir. Onları en yakın
ve en yetkili Parti arkadaşlarına yokmuş gibi yutturmaya kalkmaz. Zeki, polisle oybirliği ederek, Parti’de her bildiğini satmıştır.Zeki’nin en toy, en ahmak bir partili gibi faka basmış olması tartışma konusu olamaz. Ama, o faka basışta iç etken, Zeki’nin tam provokatörce polise teslim oluşu, hizmet edişidir. Belki tevkifattan önce polise yarar duruma gelmiş bulunmasıdır. Şefik-Reşat grubunun bu en sonuncu varsayımı da nedensiz bırakılmıyor.” Mahkemede ortaya çıkıyor, MIT ten bir albayın, Z.Baştımar’a tutuklamalardan çok önce işbirliği teklif etmesi.
“ Şefik Hüsnü grubunun sarsılmaz kanısı budur. Karşı grup, Zeki grubu ise, bu noktada dilini yutmuşça susar. “Kim bilsin?” Şefik Hüsnü grubu, Parti’nin kuruculuk otoritesini kırk elli yıldan beri taşıyor. Yetkice üst grup. Karar veriyor. Zeki’yi “Parti’den atıyor.” Reşat bana bunu böyle açıkladı. O besledikleri kanı üzerine de başka türlü davransalar anormal sayılır.
TKP’den provokatör polis yardakçısı olarak atılan Zeki, herkes gibi mahkûm oluyor. 141. TCK maddesinin son fıkrasına girip, “Muhbir”lik sıfatıyla yakasını kurtaramıyor. Cezasını bitiriyor. Çıkıyor.
Biz o sıra yeniden yayına hazırlanıyoruz, veya başladık. Nuruosmaniye Caddesindeki muayenehaneme havadis getirdiler. Zeki, Divanyolu tarafında bir kitabevi açmış, yahut açacakmış. Yerini kiralamış bile. Sermayesini de (o zamanın hesabıyla büyük bir para), CHP kodamanlarından biri sağlamış….
Yalnız, Türkiye’de MİT’in (askercil casusluk örgütü: Millî İstihbarat Teşkilatı’nın) gazetesi sayılan Milliyet’ten bir haber gösterdiler. Bilmem hangi uluslararası toplantıya Türkiye Komünist Partisi adına katılan delege başı Yakub Demir: Zeki Baştımar imiş! Çok geçmedi, Sovyetler Birliği’nin sanırım Parti Kongresinde, Kosigin, Yakub Demir’i delegelere Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri olarak takdim etmiş!
Bu son havadise büyük önem vermemekle birlikte, aklımdan kimi sorular geçmemezlik etmedi. Koca Sovyet Devleti mekanizması, hiçbir inceleme yapmadan, dün bir tevkifat provokatörü olarak TKP’den atılmış adamı, nasıl TKP Genel Sekreteri olarak lanse eder? İnceleme yapmışsa, TKP’nin düne kadarki yönetici kadrosu bu kertede yanılmış mıydı? Yoksa, esrarlı bir ecinniler tayfası, TKP’yi de, hatta Kosigin’leri de afsun tafsun edecek güce
mi ermişti?
Zeki üzerinde başlıca bildiklerim bunlar.”
Yine sorgular Kıvılcımlı.
“ Değer ölçüleri böylesine mi umutsuzluk verirce tersine döndü? Gözümü politik savaşa açtığım günden beri en büyük değer, bir militanın İşçi sınıfı uğruna savaşırken düştüğü Polisten, her işkenceye rağmen “temiz” çıkması, “sağlam” çıkmasıydı. Örneğin, burjuva demokrasisi yerini yapmış Fransa için belki bu meziyet o denli önem taşımaz. Neden taşımasın ya, öyle diyelim, Türkiye’de Komünizm yasak ve Poliste komünist “Allah yaratığı”
sayılmaz. Bu şartlara göre militan, gerekirse canını dişine takar, bir yoldaşını ve örgütünü ele vermez.
Öyleyken, ne gördük ve görüyoruz? Eneski ekibin en gözde Lideri Şefik Hüsnü: “İki sopa yeyince” beni leblebi gibi çiğneyip Polisin ağzına tükürmüştür. Ancak, “vazgeçilmez” Lider sayıldığı için, o ve benzeri suçlar “affa” uğramadan yok sayılmıştır.
O yüzden, sonuna dek “Sarı Defter” gibi üyeler arasında alay konusu olan, yazılı gizli Parti olay ve belgelerini Polise el değmemişçe kaptırmak, yalnız şaka konusu olmuştur…
En eski kuşak arasında iki başlıca kişi idik. Biri Parti Sekreteri Ş.H.; öteki her dönemeçte Parti akıncısı ve Genç Komünistler Başkanı olarak görev yapmış ben. Öylesine taban tabana zıddına değerlendirilmemiz nereye varmıştır? Türkiye militanlığında herkesin en “temiz ve sağlam” karakter saydığı teröre direnç yeteneği, neredeyse, külah kapmak ve karyerizm
reziletinden daha elverişsiz duruma sokulmuştur.
Sen istediğince, Lenin Partisinde kariyerizm, Parti’den atılmak için birinci derece nedendir kanısıyla savaş. Kariyerizmden başka hiçbir şey için Partiye sırnaşmadıkları besbelli olan sürüyle avantürye ve beyinsiz küçükburjuva için, Polise teslim olup, provokasyon
yapmak “Liderliğin şanından” bir meziyet haline getirilmiştir. O yüzden, yan yatan da bir, çamura batan da bir sayılmıştır. Gitgide, kuşaklar birbirine bakıp kararmıştır. Artık poliste her haltı yeyip arkadaş ve Örgüt kurban etmek (kimsenin yüzüne bakamaz hale gelmek değil, tam tersine), en hayasızca açıkgözlük ve yavuz hırsızlık yaparak Parti’de iyi kötü “Lider” olmak için şart sayılmıştır. “Yukarı”da (kötü karşılanmak şöyle dursun), baş üstü
tutulmak için tek meziyet haline gelmiştir.
Acıklı pratik sonuç budur.
Laz İsmail, aynı organda çalıştığı Merkez Komite ölçüsünde arkadaşını ve daha yığınla Parti kişisini, örgütünü sopa yer yemez Polise teslim etmiştir. Üyelerin yüzde 99’u aynı tabansızlığı gösterince, kimse kimseyi ayıplayamamıştır…..
Her şeyin böylesine kolayca yüreksizlerin, karaktersizlerin ve alçakların lehine işlediğini gören Nâzım Hikmet, aşağılık kompleksiyle kendilerine karşı çıldırdığı insanlardan öç almak için, kendinden önceki Laz İsmail yolundan (“Yukarı” kaçan, Mısır’a Sultan olur) çığırına hemen girebilmiştir.
Laz gibi o da, bütün reziletleri üstüne bir zaman aşımı süngeri geçirerek, alabildiğine uluslararası reklam metası olmayı sarsılmaz bir rütbe saymıştır. Kendi ülkesinde kıvranıp çalışanlar, boğazlaşanlar beter olsunlar ve enayiliklerine doymasınlar. O gibiler,
eğer burjuvazice öldürülemezlerse, “Yukarı”dan bir kulp takılıp neden Cehennemin yedinci katında kaynar katran kazanına indirilmesinler?
Laz’la Nâzım’ın açtıkları çığırdan artık, TKP’den atılmış bulunsa bile, Laz Zeki’nin yol alması işten değildir. O da, binbir provokasyon ve rezalet atıflarını kökünden kazımak için en kestirme yolu Laz İsmail’in izinde bulmuştur.
Onları bu denli birbirine denk düşmüş kırkharami ahbapçavuş uygunluğunda ve suçortaklığında gören Kosigin’in, içlerinden birini TKP Sekreteri ilan etmemesi için hangi fizik ve moral (maddi, manevi, ruhi, ahlâki) prensipcil veya taktikcil engel kalmıştır?
Başıma, daha doğrusu Parti’nin başına gelenleri başka türlü yorumlayabilmek elimden gelmiyor. Tabii ileride, daha namuslu ve görünüşe, apolete metelik vermez, gerçekçi, zeki kuşaklar yetişip, akla karayı seçinceye dek, eyyam efendileri, hareket hainleri ve insanlık hainleri için atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacak, kabak, ardından 3 türlü idam cezası kovalayanların başında patlıyacaktır.
Üsküp, Mareşal Tito Bulvarı Bristol Oteli No. 9
5-8-71 Perşembe, saat 18.30”
6.8.1971 (Cuma)
Bu durumda benim tutumum ne olabilir?
Türkiye’de uzun yıllar itleri umutsuzluğa düşürdüm. Yoktular benim için. Havlayışlarını duymadım. Aktarsalar dinlemedim. Komşunun köpekleri havlamış. Bana ne? Benim avluma girerlerse düşünürüz, diyordum.
Şimdi dışarıdayım. Çok şey değişmez. Şöyle diyorum:
– Sovyetler komşum. Bizden beğenmiş yahut kör tesadüfle, 2 köpek almışlar. Beslemiş, büyütmüşler. Bir de, seslerini uzağa işittirmek için, minareye ezan hoparlörü takar gibi, tam “Sahibinin Sesi” biçiminde bir megafon takmış boğazlarına. Bu “Bizim” köpekler, her sabah akşam uludukça, bana da havlarlarmış. Karşılığım basit:
“Komşumun köpeği uludu diye, ben kendi evimde kendimi hırsız mı sayarım? Yoksa komşuma mı kızarım? Hayır. Komşuma it gerekmiş. Beğendiğini seçer. İtlerin havlaması, benim komşumla aramı neden açsın? ît itliğini yapar, insan insanlığını.”
Sabahleyin, bu satırlardan bütün dünya Komünist Partileri liderlerine birer nüsha göndermeyi düşündüm. Şimdi (11.00) ateşim arttı. Başım ağrıyor. Bırak köpekleri havlasınlar, diyorum.
Düzelmezler.
9.8.971 (Pazartesi)
Yukarıki notlara bir hafta sonra şöyle göz attım. Belki çok şey, belki hiçbir şey yazdıklarım.
Bayağı zahmet etmişim. Değer miydiler?
50 yıl sonra, neden rastlaştıklarımın birisine karşı içten saygı duyamıyorum? Hepsini yakından ve içyüzlerinden tanıdığım için.
Tanımaz olsaydım mı? Elimde miydi ki?
Hepsi mi “polis” bunların? Bir sen mi kalmışsın? Bu soru, hele sonuncusu, kanser ağrısı gibi canımı yakıyor. 50 yılın bilançosunda bir ben mi artıyım, varım? İnsan kendi kendisinin paranoid olmasından kuşkulanıyor. Yeni kuşaklar, gözümün içine bakarak soruyorlar: Senden başka adam yok mu?
Bu soruya karşılık verirken, suçlu ben imişim gibi geliyor. Ben çevremde gelen geçenleri hangi kutsal gücümle “mükemmel insan” yapabilirdim? Ancak kendime gücüm yeterdi. Tüm eksiklerim ile kıyasıya savaştım. Bu savaş aleyhime sonuçlandı. Ben kusurlarımı
nişangâh yaptım. Herkes, kendi kusurlarını unutturmak için, elbirliği ile beni nişangâha çevirmiş. Haberim yok 50 yıl sonra farkına varıyorum…
Buna dalgınlık veya aldırmazlık de, hoşgörü de, dünya küçüklükleri üstüne yüceliş de, romantik şövalye, Donkişot ruhu de… ne dersen de, o halim neyi değiştiriyor? Komünizmin en yüksek aşamasındaki insan olmak istemişim. Bu bile benim bütün “realist” gün adamlarınca tepelenmem için yeterli gerekçe olmamış mı? “Mükemmel adam, ölmüş adam” demiyor muyum? Daha ne istiyorum herkesten ve kendimden? Öldüğüm zaman, merak eden çıkarsa, otopsimi yapar. “Ciğerimin kaç para ettiği” anlaşılır.
Bu tarz kendi kendimelikleri artık bırakayım. Yeter. Yazdıklarımla mı dünyayı veya kendimi değiştirebilirim? Yeter.
Adı geçenlere gelince… Ansızın rahatladım. Hele Zeki-İsmail-Nâzım tipleri bir daha gözüm önünden geçtiler. Laz İsmail, ne olduğunu belki kendisi de bilmez. Nâzım, büyük adam rolüne çıkmış, bir “tapınağa yararlı” kahpecik. Zeki için, Ferit neden öylesine
her buluşmada “Polis, aman polis!” diye bağırmış?.. Ben hâlâ ne belgesi, ne gerekçesi arıyorum?
88. sayfaya [Kıvılcımlı’nın el yazmasındaki sayfa numarası] gelmişim. “Ver numaralarını, geç!” derdim, 50 yıldır. Verdim numaralarını. Türkiye’ye geçmeliyim artık. O pis veya süslü böceklerle vakit öldürmem, enerji israfı. Son davranışlarıyla kimliklerini iyi açığa vurdular. Bilmiyordum. Öğrendim. Sağ kaldıkça yararlanırım.
Ama, onların anladıkları yöne 50 yıl girmemişim. 50 yıldanberi, hastalığımın yamanlığı, biraz da Türkiye’den acele kaçma havası, ilk defa o perhizi bozmaya eğiltmiş beni. Ne olacaktı? Belki “O” tipi bir yeni kariyeriste, ucuz ve hazır “Başbuğluk” sağlanacaktı.
İşler ters gider gitmez, takkesi düştü. Değer miydi? Herifleri fazla dramatize etmişim. Yeter.
Zeki ve benzerlerinin, bir Kosigin yakıştırması ile temize çıkmalarını, şimdi oturup ben de mi ciddiye alacağım? Beria ne idi? Ne oldu? Kosigin nedir? Ne olacak?.. Stalin’in Lenin’i atlatması niye yaradı? Onlar yanında 2-3 zavallı Laz uşağı ile onların gıdıkları (kendi deyimi ile: “İkinci derece piyes yazarı”) şaircik kim olabilirdi? Geri bir ülkede aksayan ilkellikler sayesinde adam kılığına girmiş muzır hayvancıklar.
33-40 milyon insana bakalım. O kadar.
9.8.71 (Pazartesi)
Hepsi hastalığımdan…
Bir “Dilekçe” gibi kaleme almak istediğim “Parti Anılarımdan” üç beş satırı ölçtüm. Şu sonuca şaşarak vardım.
Hasta olmasaydım, bunlarla zaman yitirmezdim. Ayağımda domuz çarığı, sırtımda yazı takımım ve çulum, dağ, bayır yürür, işimi yoluna kordum.
Ölüme mahkûm edici bir hastalığın verdiği güçsüzlük, kendi içime kapanıp anılara saplanmayı getirmiş. Hepsi bu.
İnsan, hele ben-insan, herşeyi, en büyük felâketi bile iyimserce karşılayabilir. “Mihneti zevk itmedir âlemde hüner!”, boşuna söylenmemiş. Ama, o eziyete bağdaşıklık, acıya tiryakilik göstermeye alışmış huyumla söylüyorum:
“Kırk yıl bir kazanda kaynamış, çervişi çervişine (etsuyu et-suyuna) karışmamış” bulunduğum o itlerin arasına kazara “kabûl” edilseydim, onlarla kaynaşabilir miydim?
Marks’ın Engels’e, “Aşırı İhtilâlci Büyük adam” geçinenler için yazdığı gibi: “Gülünçlüğü o eşeklerle paylaşacak” mıydım?
Yazılanlar…
Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra Moskova’da yapılan uluslararası bir toplantı-konferans da, zamanın AKEL ( Kıbrıs) Genel Sekreteri olan Ezekias Papayuannu’nun TKP’den Zeki Baştımar’a (demek ki Z.Baştımar’ın ölümünden önce, 1973) Kıvılcımlı olayını sorduğu ve şöyle bir konuşma geçtiğini Kıbrıslı yazar, gazeteci Ulus İrkad, “Fuat Fegan Nasıl Kayboldu” adlı seri yazısının 17 haziran 2011 tarihli 5.bölümünde, yine Kıbrıslı yazar Yalçın Okut’tan alıntılayarak yazıyor. (34)
“Daha sonra, AKEL Genel Sekreteri Ezekias Papayuannu Moskova’daki rutin bir dünya komünist partileri toplantısında görüştüğü Göçmen TKP’nin sekreteri Zeki Baştımar’a sorar:
-Neydi şu Kıvılcımlı meselesi?…”
Baştımar’ın cevabı:
-“Bırak yahu, Laz İsmail’in bok yemesiydi o…”
Zülfikar Özdoğan’ın TUSTAV mail grubuna yazdığı, 12 nisan 2008 tarihli, “ İ.Bilen efsanesi” konulu elektronik posta şöyle: (Zülfikar Özdoğan’ın sözlü izniyle yazdıklarından alıntı)
“ Eğer I. Bilen, tarih ananın elinden sadece ‘sekterlik’ ve ‘likidatorluk’ damgasıyla paçayı kurtarırsa bence çok ucuz sıyırmış olur.
Peki, R. Davos imzasıyla yazdığı yazılar için ne diyeceğiz?
Dersimde Kurd çocuklarının, kadınlarının, yaşlılarının kanları oluk oluk akıtılırken Ankara hükümetini aklayan-paklayan yazıları için kendisini nasıl niteleyeceğiz?
Bilen’le ilgili arşivler henüz daha açılmadı. Özellikle Sovyet, DDR ve Bulgar arşivleri açıldığı zaman Bilen’i gözü kapalı sevenlerin yüzlerini görmek isterdim. Eğer Stalin döneminde kaybolan komunistlerin talihsiz kaderleri üzerinde Bilen’in parmak izleri çıkarsa hiç şaşırmamak gerekir. Ayrica daha neler neler !.. Benden söylemesi!.. . Burnuma cok kotu kokular geliyor!
Boşuna dememişler, ‘ne oldum deme, ne olacağım de’ !..Hiç kimse yaptıklarının yanına kar kalacağını düşünmesin. Bir gün olur olan biten her şey ortaya dökülür. Tarih ana adaletlidir.
Bir çift söz de ‘ölenlerin arkasından laf edilemeyeceğini’ söyleyenlere. Eğer bu sözü tutarsak tarihte rolü olmuş kişilerin hiç birisinin üzerinde soz etmememiz gerekir. O zaman da tarih, tarih olmaktan çıkar, sadece yasayanların muhabbetine dönüşür. Toplumsal olarak rolü olmuş herkes zaman tahdidi olmaksızın tarihin konusu olabilir. Yeter ki söylenenler kanıtlanabilir şeyler olsun, sağlam dayanaklara sahip olsun. Arkasından konuşulamayacak olan kişiler mahallemizdeki komsular, sıradan insanlardır. Çünkü bunların tarihsel bir kişilikleri yoktur. Bunlarla ilgili arşivlerin de sonradan bulunması sozkonusu olamayacağı icin ardından söylenebilecek şeyler ancak dedikodu kategorisine girer. Ancak bu kural olduğu gibi tarihe uygulanamaz. Uygulanırsa tarih işlevsiz kalir. Çünkü tarihi olaylar belirli ölçüde kişilerin etrafında cereyan eder. ….(mail devam eder)”
Laz İsmail için son bir söz için de Mihri Belli’den okuyalım. Belli’nin “İnsanlar Tanıdım” adındaki anılarında, “Bir mitomani hastası” başlıklı bölümün konusu İsmail Bilen. “İsmail çok yalan söylüyordu…. Şefik Hüsnü’ye de sordum. O da, “İsmail kırk yalandır. Tek ayağının üstünde kırk yalan söyler” dedi….Mitomani hastalığına tutulmuştu.”(35)
Memnune Kayagil
20 Ocak 2017
KAYNAKÇA
Yazının hazırlanmasında referans alınan belgelerin bulunduğu IISH’ya teşekkürlerimle.
KİTAPLAR
1- Atilla Akar, “ Eski tüfek” sosyalistler, İletişim Yayıncılık, Istanbul 1989
2- Cenk Ağcabay, Türkiye Komünist Partisi ve Dr. Hikmet, Sosyal insan Yayınları, İstanbul, Nisan 2009
3- Cenk Ağcabay, Dr. Hikmet Savaşçı Bir Hayat, Sosyal insan Yayınları, İstanbul, Eylül 2015
4- Emel Seyhan Atasoy (Derleyen), 1928 TKP Davası, TÜSTAV Sosyal Tarih Yayınları, Ekim 2008
5- Emin Karaca, Yer altı Dünyadan Başka Bir Yıldız Değildi, Dünya Yayıncılık, 2.Baskı, Kasım 2001
6- Emin Karaca, “ Sevdalınız Komünisttir”, Gendaş Kültür, 2.Baskı, Istanbul, Ocak 2002
7- Fuat Fegan, Dr.Hikmet Kıvılcımlı Bibliyografyası, İstanbul, Ocak 1977
8- Hikmet Kıvılcımlı, Günlük Anılar, Sosyal İnsan Yayınları, Istanbul, Mart 2009
9- Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Sınıflar ve Politika, Sosyal İnsan Yayınları, Istanbul Ekim 2008
10- Hikmet Kıvılcımlı, Marksizm Kalpazanları Kimlerdir?, Sosyal İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 2008
11- Oya Baydar-Melek Ulagay, Bir Dönem İki Kadın, Can Yayınları, 2011
12- Sadık Göksu, Kıvılcımlı Yazılar, El Yayınevi, Istanbul, Mart 2006
13- Mihri Belli, Mihri Belli’nin Anıları, İnsanlar Tanıdım I, Doğan Kitap Yayınları, Istanbul, 1999
DOKUMANLAR-BELGELER-DOSYALAR-YAZILAR-GAZETELER
1- Fuat Fegan, Dr. H.Kıvılcımlı Arşivi Yurtdışı Katalogu, 23 Aralık 1977, 65s., daktilo, dosya. (Orijinali, Amsterdam-Hollanda da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü-USTE (IISH)‘deki Kıvılcımlı Arşivinde bulunmaktadır.)
2- Fuat Fegan, Yararlı Olabilecek Bazı Açıklamalar,19 Aralık 1978, 6s., daktilo, yazı.
3- Fuat Fegan, Proletarya Partisi, tarihsiz (tahmini olarak Kasım 1978 olabilir) daktilo, 48s, yazı. ( VP teşkilat toplantıları için yazılmış)
4- Fuat Fegan, Reorganizasyon, tarihsiz (tahmini olarak Kasım 1978 olabilir) daktilo, 13s, yazı. ( VP teşkilat toplantıları için yazılmış)
5- O.A. Dosyası, 3 kişi (Fuat Fegan, Orhan Aksungur ve Ahmet Camuşçuoğlu) arasında geçen yazışmalar, daktilo ve el yazısı biçiminde, yaklaşık 82 sayfa-parça, daktilo edilmiş olarak ise 44 word sayfasıdır.
Dosyanın orijinali, Amsterdam-Hollanda da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü-USTE (IISH) ‘deki Kıvılcımlı Arşivinde bulunmaktadır.
6- Sosyalist Gazetesi, 16 Mart 1971, sayı 20, s.2
7-http://www.cafrande.org/latife-feganin-anilarinda-dr-hikmet-kivilcimlinin-cenazesi/
8-https://www.ykp.org.cy/2011/06/guncel/makale/ulus-irkad/fuat-fegan-nasil-kayboldu-5-ulus-irkad/
9- Bildiri (el yazması, daktilo nüshası ve F.Fegan notu yine Kıvılcımlı Arşivinde bulunmaktadır.)
10- Amsterdam-Hollanda da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü-USTE (IISH-International Institute of Social History)’deki Hikmet Kıvılcımlı Papers
DİPNOTLAR
1- Fuat Fegan, Dr. H.Kıvılcımlı Arşivi Yurtdışı Katalogu, s.39
2- Fuat Fegan, Yararlı Olabilecek Bazı Açıklamalar, s.5
3- Sadık Göksu, Kıvılcımlı Yazılar, s.531
4- Oya Baydar-Melek Ulagay, Bir Dönem İki Kadın, s.234
5– O.A. Dosyası, A.Camuşçuoğlu’nun 28 Ekim 1971 tarihli, “ Kurucu Derleniş Komitesine Rapor” başlıklı yazısından.
6- Fuat Fegan, Dr.Hikmet Kıvılcımlı Bibliyografyası, s.73
7– Fuat Fegan, Proletarya Partisi, s.11
8– Fuat Fegan, Reorganizasyon, s.5
9– Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Sınıflar ve Politika, s.53
10- Fuat Fegan, Dr. H.Kıvılcımlı Arşivi Yurtdışı Katalogu, s.39
11- Hikmet Kıvılcımlı, Günlük Anılar, s.381
12- Fuat Fegan, Dr. H.Kıvılcımlı Arşivi Yurtdışı Katalogu, s.40
13- International Institute of Social History, Kıvılcımlı Papers, Folder 37
14- Atilla Akar, “ Eski Tüfek” Sosyalistler, s.91, s.160
15- Cenk Ağcabay, Dr. Hikmet Savaşçı Bir Hayat, s. 61
16– Emel Seyhan Atasoy (Derleyen), 1928 TKP Davası, s.8-9-
17– Emel Seyhan Atasoy (Derleyen), 1928 TKP Davası, s.98-100
18– Emel Seyhan Atasoy (Derleyen), 1928 TKP Davası, s.147
19– Sosyalist Gazetesi, 16 Mart 1971, sayı 20, s.2
20– Emin Karaca, Yer altı Dünyadan Başka Bir Yıldız Değildi, s.121-127
21– Atilla Akar, “ Eski tüfek” sosyalistler, s.201
22– Emin Karaca, Yer altı Dünyadan Başka Bir Yıldız Değildi, s.158
23– Emin Karaca, Yer altı Dünyadan Başka Bir Yıldız Değildi, s.45,47,50
24– Emin Karaca, “ Sevdalınız Komünisttir”, s.122
25– Hikmet Kıvılcımlı, Marksizm Kalpazanları Kimlerdir?, s.11
26– Emin Karaca, “ Sevdalınız Komünisttir”, s.147
27– Emin Karaca, “ Sevdalınız Komünisttir”, s.166
28– Emin Karaca, “ Sevdalınız Komünisttir”, s.213
29– Cenk Ağcabay, Dr. Hikmet Savaşçı Bir Hayat, s. 134
30– Cenk Ağcabay, Dr. Hikmet Savaşçı Bir Hayat, s. 122-123
31– Atilla Akar, “ Eski tüfek” sosyalistler, s.11
32– Atilla Akar, “ Eski tüfek” sosyalistler, s.10
33– Emin Karaca, Yer altı Dünyadan Başka Bir Yıldız Değildir, s.73, s.156
34– https://www.ykp.org.cy/2011/06/guncel/makale/ulus-irkad/fuat-fegan-nasil-kayboldu-5-ulus-irkad/
35- Mihri Belli, Mihri Belli’nin Anıları, İnsanlar Tanıdım I, Doğan Kitap Yayınları, Istanbul, 1999, s.357
EKLER
Eklerdeki belgelerin hepsi orijinallerin bulunduğu IISH’daki Arşivden alınmıştır.
1- Kıvılcımlı’nın Anılar’ının 30 Temmuz 1971 tarihinde yazdıkları.
2- Kıvılcımlı’nın Anılar’ının 9 Ağustos 1971 tarihinde yazdıkları.
3- Tarihsiz “Bildiri” başlıklı el yazısı.
4- Tarihsiz “Bildiri” başlıklı yazının daktilo nüshası
KİŞİLER
Şefik Hüsnü Değmer- B. Ferit- ( 1887, Selanik-1959, Manisa)
Baytar Cevdet-Fahri-Ali Cevdet-Fahri Remzi Hıfzı- ( 1897-1938, Moskova)
Böcür Hasan- Hasan Ali Ediz-Halim- (1904, Priboy, Sırbistan 1972, İstanbul)
Eczacı Vasıf- Kara Vasıf, Eczacı Vasıf Onat, Tokuzlu-
Vedat Nedim Tör- ( 1897, Istanbul-1985, Istanbul)
Şevket Süreya Aydemir- ( 1897, Edirne-1976, Ankara)
Reşat Fuat Baraner- ( 1900, Selanik-1968, Istanbul)
Nazım Hikmet-( 1902, Selanik-1963, Moskova)
Laz İsmail- Marat, İsmail Bilen, S.Üstüngel, R.Davos- ( Rize, 1902-1983, Berlin)
Zeki Baştımar- Yakup Demir- ( 1908, Sürmene-1973)
Baytar Salih Hacıoğlu- Baytar Salih-( 1880, Trabzon-1954, Sovyetler)
Ragıp (Usta)- (Ervardar-Vardar)-
Mehmet Şükrü- ( -1958, Istanbul)
Hamdi Şamilof- ( Alev)- ( 1894, Of-1969, Istanbul)
Kemal Tahir- (1910, Istanbul-1973, Istanbul)
Hüsamettin Özdoğu-Hüsam- ( -1974,Istanbul)
Kerim Korcan- ( 198, Hendek-1990, Istanbul)
Rasih Nuri İleri- ( 1920, Cenevre-2014, Istanbul)
Kerim Sadi- Ahmet Nevzat Cerrahoğlu- ( 1900, Istanbul-1977, Istanbul)
Ferit Kalmuk- ( -1950’ler ölümü)
Va-Nu-Vala Nurettin- ( 1901, Selanik-1967, Istanbul)